5 Aralık 2009 Cumartesi

Nefs-i Emmareye Teşekkür

Görseniz şaşırırsınız, çocuğu ebeveynleri nasıl zorluyor derslerinde başarılı olması için. Şu anda hazır olmadığı konular için bile özel ders aldırıyorlar. Öğrendim ki komşunun çocuğunu geçmesi lazımmış.

Ebeveyn belki başarısız olmuşsa hayatta, istediği gibi bir hayat yaşayamamışsa çocuğu üzerinden giderecek bu başarısızlığını. İleride de "ben senin için bu kadar emek verdim" diyecek. Yani fedakârlık yaptığını söyleyecek.

Çıkarını fedakârlığınmış gibi göstermek.

Üstelik sadece çıkarını fedakârlığıymış gibi gösterme değil yaptığı üstüne bir de kendi çıkarın için yaptığını başa kakmak. Hem çıkarını fedakârlığınmış gibi göster hem de başa kak.

******

Bernard Shaw'a ait bir sözdür: "Her alçağın son sığınağı vatanseverliktir"

Ulusseverlik, milletseverlik, yurtseverlik, halkseverlik, vatanseverlik, severlik, severlik, severlik... Kim ne halt karıştırsa çıkarı için, hemen bir şeylerin severi olduğunu duyuyorsun. Sevmenin uygulanmasının mümkünatı ve anlamı olmayan, tanımını dahi bilmediği kavramların severi olduğu söyleniyor. Tanımları bilse zaten severi olduğunu söylemez. Sevme fedakârlık ile eşdeğer olduğundan, çıkarını gizlemek için sevgi kelimesine sığınıyor.

Çıkarını fedakârlığınmış gibi göstermek.

******

Kolay yoldan para kazanma yolları: Loto, piyango, kumar, faiz, borsa...
Her tür yemeği, içkiyi tatma özgürlüğü.
Her tür cinsel zevki yaşama özgürlüğü.

İşte modern dünyanın vadettiği. Kolay yoldan kazanamıyor olsan da, her tür yiyeceğe ulaşamıyor olsan da, cinselliğini doya doya yaşayamıyor olsan da, en azından umudun var bu dünya düzeninde. Bu umudu kaybetmek dahi istemiyor insan. Modern dünya özgürlüğü vadederken, bir şeyden vazgeçmememizin de gerektiğini gösteriyor. Huzur.

Güvenlik için neler neler yapıyor insanlar. Hırsızlığın her türlüsü, tecavüz, yağmalama. Yakalansa bile verilen cezanın yeterli olmayacağını biliyor insan. Bu sefer kendi adaletini kendi aramaya kalkıyor. Her taraf çetelerle dolu...

Yani özgürlük; adaletsizlik ve huzursuzluğu da beraberinde getiriyor.

Modern hayat nasıl özgürlük vadediyorsa, adaletten vazgeçmen koşulu ile. Din ise adalet ve huzur vadeder, yukarıda saydığım özgürlüklerinden vazgeçmen koşulu ile.

Fakat ne ilginç tercihini özgürlükten yana kullananlar, hiç yukarıda saydığım gerekçeleri değinmeden; ilerici, bilimsel, aydın gibi sıfatların neticesinde bu tercihi yapmış gibi gösteriyor kendini. Ya da bir şeylere borçlu olduklarını ve gelecek nesiller için yani başkası için yaptığını söylüyor...

Yani mesele kendi nefsani çıkarları ama sanki başkaları için faydalı olacak kavramlar için yapıyorlarmış gibi gösteriyorlar.

Çıkarını fedakârlığıymış gibi gösteriyor.

******

Herhangi bir oluşuma yakın bazı insanların yazılarını okurken, sadece 2 kelimeyi okuyormuşum gibi hissederdim: "Sen aptalsın". Hissederdim dedim çünkü artık okumuyorum.

Aptal yerine koyuyor, sanki o oluşumla bağlantısı yokmuş, tarafsız bakmış da karar vermiş gibi yazıyor. Sözde eleştirisi bile ince bir övgü barındırıyor. Aynı TV’de "en sevmediğiniz özelliğiniz nedir" diye sorulan bir bayanın "En sevmediğim özelliğim... Hmm... Çok dürüst bir insan olmam" demesi gibi.

Tarafsız bakmış da karar vermiş gibi yapmak.

******

"Ben bu konunun âlimi değilim ama...", “ama”dan sonra konun fetvasını duyuyorsun. "Ben bu konunun âlimi değilim" cümlesindeki egoyu görebiliyor musunuz?

Kimsenin kendisini eleştirmesini istemiyor. Yani kimsenden "sen bu konun âlimi değilsin niye bu konu hakkında bir şeyler söylüyorsun" gibi bir cümle duymak istemiyor. Onun için bunu bir savunma mekanizması olarak söylüyor. Denilen şeyde samimi olunsa zaten o cümlede "ama" olmaz.

Kibri mütevazilikmiş gibi göstermek.

******

Çıkarını fedakârlığıymış gibi gösterenler.
Kibrini mütevaziliğiymiş gibi gösterenler.
Tarafsız bakmış da karar vermiş gibi yapanlar.
Başkasının başarısızlığı ile avunanlar vs. vs. vs...

Ne zaman görsem tepem atsa da gene de hepsine(Nefs-i Emmare'ye) çok teşekkür ederim çünkü olmasalardı bu blog sayfası da olmazdı.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Onur ve Şeref

Dönüp küçüklüğüme baktığımda aklıma gelen birkaç şeyden bir tanesi Cüneyt Arkın filmleridir. Her filmden sonra etrafa uçan tekme, döner tekme atmaya çalıştığım çocukluk dönemimde nasıl da kendimi kaptırdığımı hatırlarım. Onun için bu filmleri izlememem için özel çaba da harcanırdı evde. Şanslıydım, tek kanallı yıllarda çok da mümkün olamıyordu.

İlginçtir, şimdi izlerken bizi güldüren, dalga geçirten kamera, çekim, senaryo, kurgu hatalarının hiçbirisi nedense gözüme çarpmazdı. Belki yaşım küçük olduğundan belki de hiç kimsenin çarpmıyordu o yıllarda. Hayran hayran gözlerimi ayırmadan izlerdim.

Anaokulundayken bir gün -tabi benim bu filmlerden sonra nasıl bir dönüşüm geçirdiğimi bilmediklerinden- sınıfta videodan bir tanesini izletme gafletinde bulunmuştu öğretmenlerimiz. O günden geriye 3 sahne hatırlıyorum. %100 konsantrasyonla pûr dikkat filmi izleyen bir çocuk. Filmden sonra öğretmenlerinin sınıftan çıkmasını bekleyen bir çocuk… Öğretmenleri sınıftan çıktıktan az biraz sonra ise diğer tüm arkadaşları "Aaa.. İmdaaaat!" diye dışarı kaçmaya çalışan bir çocuk. Evet, yine dönüşüm geçirmiştim ve masadan masaya atlıyordum. Tabi keşke o filmlerin etkilenilecek yanları dövüş sahneleri ile sınırlı kalsaydı.

Ben her normal (ve olması gereken) bir çocuk gibi filmlerin karate sahnelerini izleyip hareketleri taklit etmeye çalışırken, ne yazık ki başkaları filmlerin bir diğer yanı olan diyalogları benimseyip sosyal hayatlarında da kullanmaya başlamışlardı.

"Biz onurumuz için ölür, ailemiz için kavga eder, bilmemnemiz için bilmem ne yaparız..." gibi cümleler duyduğumu hatırlarım küçüklüğümde. Üstelik bunu yaşı büyüklerin yanı sıra yaşı son derece küçük olanların, daha ölmenin ne demek olduğu hakkında fikir sahibi dahi olamayacak durumdaki çocukların söylediğini hatırlarım. Onlar büyükleri taklit ediyordu. Ne ilginçtir, filmlerdeki büyükler de dışarıdaki filmleri ve diyaloglarını taklit ediyordu daha doğrusu ithal ediyordu. İşte "onur" kelimesinin bu topraklara girişinin hikâyesi de bu şekilde başlıyor.

Özellikle yakın tarihte, içi boş ama dışı şaşalı cümleler kurmak isteyenlerin sıklıkla kullandığı "onur" diğer birçok şey gibi dışarıdan ithal aslen Fransızca bir kelimedir. (Fr. honneur, TDK sözlüğünden kontrol edebilirsiniz).

Birçok kelime ithal edilmişse de onurun diğer tüm kelimelerden büyük bir ayrıcalığı vardı çünkü onur apayrı bir dünya anlayışını da beraberinde getiriyordu. Yaratanı ve ölümden sonrasını kabul etmeyiş.

Peki, nedir bu 'onur', hangi eksiği gidermek için kullanılıyordu Batı’da da batılılaşmaya çalışan birey hemen üzerine giyiyordu.

Özellikle Fransız ihtilalinden sonra oluşan seküler dünyada, propagandacılar, insanların yaşamından dinin çekilip alınmasının aynı anda insanların fedakârlık yapmak, -daha özel olarak- ölmek için hiçbir nedenlerinin de kalmaması anlamına geldiğini fark etmişlerdi. Hiçbir şey kalmıyor, doyurabildiğin kadar doyur kendini, alabildiğin kadar tat al hayattan, hiç kimseyi düşünmek zorunda değilsin diyen mantığı yenmenin bir yolu bulunmalıydı. Çünkü kendi değiştirdikleri ya da uydurdukları dinler ile insanları kendi çıkarları için çalıştırıp, köleleştirip, üzerlerinden rant elde edip ve hatta savaşlara sürükleyebiliyorlardı. Şimdi ise sekülerizm var ve hiç kimsenin -dediğim gibi- fedakârlık yapmak ya da daha özelde ölmek için hiçbir nedeni yok idi. Dini insan hayatından çıkaran ve 'özgürlük' vadeden insanlar, işin kendi çıkarları ile çatışacak noktaya ulaştığını fark edince, kitleleri, kendi çıkarları doğrulusunda yönlendirebilmek için aslında yeni bir din icat etmişler: 'Romantizm'. İnsanları duygusallaştırıp; eğer fedakârlık yaparsa kendilerinin kahraman olarak görüleceğinin empoze edildiği, eğer fedakârlık yapmazlarsa 'hain' olarak yaftalanacağı yeni bir dünya dini. İşte onur kelimesi bu romantik dindeki bir piyondur. Terör örgütlerinin ve terör örgütünden farksız hareket eden çeşitli ülkelerin hükümetlerinin çok sevdiği bir piyon.

Onur için TDK’nin sunduğu ilk tanımı kabul etmesem de ikinci tanım tam anlamıyla kelimenin anlamını yansıtıyor: "Başkalarının gösterdiği saygının dayandığı kişisel değer". Bu yanlış bir şey mi? Tabi ki de değil. Fakat hedef bu olursa, bu üstünlük yarışını, rekabeti, başkasının başarısızlığı ile avunmayı beraberinde getirebilir. Bu sefer de saygı görecem diye etrafına ızdırap olmaya başlayabilir insan. Aslında toplumların içindeki kavgalar, aile kavgaları hep en temelde üstünlük yarışındaki insanların olgun davranamamasından kaynaklanmaktadır. Böyle davranamayan insanın hem etrafındakilerin hayatını hem de bizzat kendi hayatını kabusa çevirmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

Burada anlatılması gereken, insanların kendilerine faydalı olmayı hedef alması gerektiğidir. Eğer sen faydalı olursan saygınlık da elbette kendiliğinden gelecektir. Sadece fedakârlık insanlara saygınlık getirir, işin ilginci fedakârlık yapabilen insan da zaten saygınlık diye bir derdi olmaz.

İnsanlara önemli olanın sonsuzlukta göreceğin değer olduğu söylenmelidir. Bu değer ölçüsüne de şeref diyelim. Bunun da ancak insanlara faydalı olma üzerine inşa edileceğini göstermek gerekiyor. Burada faydalı olmaktan kastım hem iyi olma hem de kötülerle mücadele etmeyi kapsıyor. Yani hem zulmetmeme hem de zulmedenler ile mücadele etme. Böyle birisini isteyeceği dünyevi saygınlık da üretilen faydanın daha geniş bir alana yayılabilmesi içindir. Yine davası için istediği saygınlıktır. Şahsı için değil. İnsanların göstereceği saygınlık için “olmasa da olur” diyebilir böyle birisi. O zaman şerefli bir hayat yaşamayı başaran, aslında en temelde davası için saygınlığı bekler, çok da kafaya takmaz. Ama derdi dünyevi saygınlık olan muhtemelen hem etrafına hem de kendisine ızdırap olmaktan öte bir şey yapmıyor olacaktır.

30 Eylül 2009 Çarşamba

Putperestliğin Özü: İnsan Aceleci Olarak Yaratılmıştır

Enbiya - 37. İnsan, aceleci (bir tabiatta) yaratılmıştır. Size âyetlerimi göstereceğim; benden acele istemeyin.

Peygamberimizin oğlu İbrahim 2 yaşında iken hastalanarak vefat etmiş. Hatta vefatı üzerine Peygamberimizin ağladığı rivayet edilir. İşte tam o gün o saatte güneş tutulması olduğunu biliyor musunuz?

Putperestliğin özü, putperestliğin çıkış noktası, ana damarıdır. Putperestliğin, insanın hiç farkına varamadan sonsuzluğunu kaybetmeye götürebilecek güce sahip olan kısmıdır.

Çok zaman önce, Hz. İbrahim'in aktardığı dine yani İslam'a inananlar namazdan önce aynı bizim gibi abdest alırmış. Aynı bizim gibi "Kabul oldu mu olmadı mı?" sorusu ile boğuşarak. Ne büyük sıkıntı... Namaz kılıyorlarmış, gene emin değiller, "Kabul oluyor mu olmuyor mu?". Kurban kesse belli değil, iyilik yapsa belli değil. Yaptığı her ne olursa, sonucunu hemen isteyen insanın en büyük derdi, kabul oluyor mu olmuyor mu sorusu...

Gene o zamanlarda bir gün aynı bizim gibi birisi Allah için kurban keserken bir anda etrafı kararmış, kafasını yukarıya kaldırmış ve o tüm ihtişamı ile tepesinde duran güneşin önünde bulutun geçtiğini fark etmiş. İlk seferde üzerinde çok durmamış. İkinci kere aynı olayı yaşadığında ufak bir 'acaba?' sorusu içine düşmüş. ("Bir kez kuşkuya düşen karar vermiş demektir" William Shakespeare) 3-4-5. seferlerde tekrar kontrol etmiş olmamış ama altıncısında yine aynı şey, güneş kararıyor.

Artık aynı kişi, bu kadarı tesadüf olamaz deyip, insanoğlunun din ile alakalı en büyük sıkıntısına artık kendince bir çözüm bulduğuna dair kararını artık kabullenmiş.(-Shakespeare'in dediği gibi- Kararı ilk şüpheye düştüğünde vermişti şimdi ise kabullendi) Yani yaptığı ibadetten sonra güneşe bakarak kabul olup olmadığını anlayabilecekmiş artık. Ve dediğini de yapmış. Kurban keserken yukarıya bakmaya başlamış, namaz kılarken, abdest alırken... Aceleci olan insanoğlunun gizli putperestliğini, putperestliğin ilk basamağını yaşamaya başlamış. Bir zaman sonra neden devamlı güneşe baktığını unutmuş ve Allah için yaptığının sonucunu kontrol ettiğine artık tapar olmuş. Artık alenen putperestlik yani ikinci ve son aşamada… Bu süreci yaşamasının nedeni acele etmesi ve kendi kendine, Allah'ın karar verdiği meselede sonuç çıkarmaya kalkmasıdır.

Peygamberimiz zamanında putperestlerin akıl hocaları, putların arkasında gizli bir yerden puta erişecek kadar uzun boru uzatırlarmış ve putun karşısındakiler secde ettiğinde, borudan ses çıkarırlarmış.
"Evet, kabul oldu, bak hemen sonucunu aldın".
Sevinirmiş putperestler. Böyle bir dini bırakıp, hiç göremeyecekleri, bilemeyecekleri bir İlah’ın, yaptıklarının karşılığını dünya da vadetmeyen öğretisine mi tabi olacaklardı.

Yoldan çıkmış, yaptıkları ile acınacak haldeki insanların gülünç iddialarının peşinden nasıl olup da gidecek insanlar bulduklarını anlamak çok da zor değil. En temel neden olan kısa yoldan cenneti vadetmelerini bir kenara bırakırsak, dikkat edin bu tip fırkaların hepsinde "Bak bize zamanında o şunu demişti ama şimdi o şu oldu" hikayeleri vardır. Yani o kişi kaza geçirmiş, ölmüş, yaralanmış, para kaybetmiş vs. vs. vs.... Biliyorum, "İyi de sizin nasıl insanlar olduğunuzu söyleyen başkaları da oldu, onlara niye bir şey olmadı" diyerek o tip insanları muhatap almak en az onlar kadar acınacak hale düşmektir. Zaten kimse muhatap almak istemediği için bu tip fırkalar tarih içinde bu kadar palazlanıp büyümüşler, neyse. Ama elbette ki bir insanın bu şekilde davranması illaki bir fırka mensubu olması ile alakalı değil. İnsanların yaşadıkları hayatta, yaptıklarında ya da başlarına gelen olaylar hususunda devamlı Allah adına dünyevi sonuç çıkarması, “Şöyle yaptın, Bak Allah da şöyle yaptı" diyerek Allah'a karşı yalan uydurması her insanda doğal olarak bulunan acele etme zaafından kaynaklanıyor. Bazıları 'Allah'a nasıl iftira atılır ki?' diye soruyorlar. İşte böyle, sosyal hayatında karşılaştığın meselelerde Allah adına çıkarılan sonuçlarla… İnsanoğlunun putperestliğinin en tehlikeli yeri, özü ile. Oysaki Hak Din'in öğretisinde dünya da iyi-kötü haller yaşamanın Allah katındaki iyi-kötü oluş ile bağlantısı olduğuna dair bir kural yoktur. Hz. Eyüp bin bir çeşit hastalıkla boğuşurken, karşısındaki inkârcılar sapasağlamdı.

Hatta bugünlerde modaymış, "dine inanmıyorum ama bir güç var" demek. Dine inanmaya çeşitli sebeplerle ne yazık ki güç yetiremeyenler hayattaki güzel tesadüfleri yorumlama zevkinden mahrum kalmak da istemiyorlar anlaşılan. Ya da yolda giderken birinin size şaka yollu bir hareket yapmasında beş adım sonra düşmesine "Bak Allah işte. Görüyor musun hemen cezanı verdi" demek tatlı geliyor.

Nisa78-79'da her şeyin Allah'tan olduğu söyleniyorsa biz nasıl sonuç çıkarmaktan alıkoyalım kendimizi, denebilir.

Sen yaşadığının Allah'tan olup olmamasına dair sonuç çıkarmıyorsun, iyi ya da kötü olduğuna dair sonuç çıkarıyorsun. Yani Allah'ın iyi anlamda mı kötü anlamda mı takdir ettiğinin kararını veriyorsun. Yanılma.

Ya düşündüğünün tam tersi ise?

Mesela, sana falcıya gitme dendi ama gittin ve falcı sana "şöyle şöyle olacak" dedi ve ne dediyse aynen oldu. Ne yapar insan? Elbette dünya da, hemen şimdi sonucunu çıkarır. "Bu mübarek bir insan, gitmekte bir zarar yok. Yoksa nasıl bilebilirdi ki!"
Ya, Allah senin mübarek sandığının dediklerinin çıkmasına senin kendi uydurduğun batılına, şirkine yani sonucuna daha fazla tutunasın diye izin verdiyse.

Sapkın bir fırkanın mensubu ile tartışan bir kişi diyelim kötü bir hastalığa tutuluyor ya da kaza oluyor ölüyor ya da başka bir şey.
Ya, Allah o şahsı öldürmesi ya da hasta etmesi sadece sapkının şirkine daha fazla batması için ise.
Araf-163 Bir de onlara, o deniz kıyısındaki şehrin başına gelenleri sor. O sırada onlar cumartesi yasağına riayet etmiyorlardı. Cumartesi günü balıklar akın akın geliyorlardı, yasak olmadığı gün gelmiyorlardı. Yoldan çıkıp sapıklık yaptıkları için biz de onları işte böyle sınıyorduk.
Yahudilere cumartesi günü hiçbir şey yapmayın deniyor ama o gün yapmamaları gereken şey onları cezbedici şekilde geliyor.

Falcıya gitme deniyor ama falcı doğru bildi. Bu cezbediyor.

İddia ettiği her şeyin baştan sona yalan, yanlış olduğu gösterilen kişi ile tartışan kişi felakete maruz kalıyor. Herkes çarçabuk sonuç çıkarıyor.
Cumartesi günü balıklar onlara akın akın geliyordu; sanki o gün, balıklar suda yürüyorlardı. Balıkların yumurtalarının yağı suyun yüzünü kaplamıştı. Balıkların çokluklarından suyun yüzü görünmüyordu. Ama diğer günlerde ise balıklar gelmiyordu. O balıklar, zamanın belirli bir kısmında geliyorlardı. Sonra onlara İblîs geldi. Onlara;-"Siz Cumartesi günü sadece balık avlanmaktan nehiy olundunuz. Ama sizler, balıkların kolaylıkla gelecekleri ve zorlukla çıkacakları bir havuz yapın. Onlar da öyle yaptılar. Cumartesi günü, balıkları, o havuza sevk ediyorlardı. Balıklar, çıkmaya yol ve güç bulamıyorlardı. Yahudiler de Pazar günü gelip, o balıkları tutup avlıyorlardı. Onlardan adamın biri, bir balık tuttu. Kuyruğundan bir iple sahildeki bir ağaca bağladı. Sonra da Pazar günü, onu kızarttı. Komşuları, onun evinde, balık kokusunu gördüler. Onun fırınına muttali' oldular. Ona;-"Muhakkak ki Allâhü Teâlâ hazretleri bizi görüyor! Senden Allâhü Teâlâ hazretlerine sığınırız! "O adam, kendisine bir azabın geldiğini görmeyince, ertesi gelen hafta iki balık tuttu. Sonra da azabın kendilerine acil olarak gelmediğini görünce (çoğu) buna devam ettiler. Balıkları avladılar. Yediler, tuzladılar. Ve onu sattılar. Sayılan yetmiş bine yakın kişiydiler
İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l Beyan Tefsiri, Fatih Yayınevi: 9/391-392.
Ve şimdi gelelim en başta söylediğimize Peygamberimizin oğlu İbrahim'in 2 yaşında vefat etmesine ve o gün tam o anda güneş tutulmasına. Siz olsanız, tam o gün o saatte güneşin tutulduğunu görseniz, hem de Peygamberimizin oğlunun öldüğü gün, hem de Peygamberimizin ağladığı gün, ne derdiniz?

Ne derdiniz bilmiyorum ama Peygamberimiz şunu demiş:
Güneş ve Ay, Allah’ın birliğine ve büyüklüğüne iki şahittirler. Onlar, kimsenin ölümü ve dirimi ile ilgili değildirler.
İbn Kesir, el Bidaye ve’n-Nihaye Büyük İslâm Tarihi V, çeviren: Mehmet Keskin, İstanbul 1994, 514
İslami cemaat mensubu bir kişi hocasına, şeyhine bakarak ya da kendisine karşı davranışını kontrol ederek iyi yolda mı kötü yolda mı olduğunu anladığını söylediğini okumuştum. Güneşe bakarak doğru mu yanlış mı yaptığını kontrol eden yıllar evvel yaşamış insandan ne farkı var?

- Ama o hocasına tapmıyor ki!
- Tabi, güneşe bakıp sonuç çıkaran kişi "Ben güneşe tapıyorum" diyordu.

Başka yerde de, yanlış bir hareket yaptığında hayatında küçük bir 'tokat' yiyeceği şeklinde bir 'kaide'nin insanlara aktarıldığını okumuştum. Bunlar iyi niyetli olarak söylense dahi çok tehlikelidir. Peki, kötü bir şey yaptığında tokat yemezse, 'tokat yemedim demek ki kötü değilmiş' demesinden nasıl alıkoyacak insan kendini.

İnsanlar güce tapmaya, kendisine kıymet vermeye, dünyanın kendi etrafında döndüğünü hayal etmeye meyillidir. Güç gösterisi yapmak nefsin en büyük zevkidir. Güce tapmaya, güç gösterisi yapmaya bu derece hazır insan tabiatına sokulması gereken en son şey, hayatta kendi yaşadığı ya da daha kötüsü başkalarının yaşadığı iyi-kötü hallerin Allah katındaki hali ile bağlantı kurduracak mantık örgüsüdür. Bırakın böyle bir şeyi -iyi niyetli olarak- düşünmeyi, düşündürtmeyi; bunu reddetmek ve bununla mücadele etmek Müslümanın temel vazifesidir. Bu da İslam'ın özüdür.

24 Eylül 2009 Perşembe

Avamın Kelime Algısı

Avamın kelime algısı kelimelerin öz anlamı üzerine değil, taşıdıkları sanılan pozitif ve negatif anlam üzerine inşa edilmiştir. Kullanılan kelimelerin tanımı nedir, yerinde midir yersiz midir gibi kaygılar bulunmaz bu dünya da. Eşik değer anlatmak istediği konuda pozitifliği ya da negatifliği sağlayabilmesidir. Eğer geçmişse eşik değeri gerisi problem değil. Nedeni, ne yazık ki insanoğlunun düşünce dünyasını oluştururken yaptığı tembelliğidir.

"Din milliyetçiliği, dil milliyetçiliği, renk milliyetçiliği yapmayacağız" deniyordu televizyonda. Aslında, "ayrımcılığı" demeye çalışıyordu söz sahibi ama doğru kelimeyi seçemiyordu. Doğru kelimeyi seçmek önemli değil dediğimiz gibi milliyetçiliğin kullanımı yanlış olsa da ayrımcılığın taşıdığı negatifliği sağlıyor ya, çok da önemli değil. İnsanlar da yadırgamadan dinliyor.

"Ben sanatçıyım" deniyor çok sıklıkla ama "sanatçı" kelimesinin anlamı söylenen tarafından bilinmiyor zaten anlamı dâhilinde de söylenmiyor. Kast edilen şey "Ben iyi bir şeyim". İşin ilginci "Ben sanatçıyım" ifadesine karşı çıkmak isteyenler ise sanatçı kelimesin anlamını sormak yerine "Hayır sen sanatçı değilsin" diyor iddia sahibine. Yani karşı çıkan da, iddia sahibi gibi aynı algı dünyasına sahip olduğu için aynı dili konuşuyorlar ve gerçekten "sanatçıdan karşı tarafın algıladığını yani iyi bir şeyi anlıyor. Cevabı aynı dünyaya ait bir tarzla veriyor "sanatçı değilsin" yani "iyi bir şey değilsin". "Sanatçı" kelimesi ise aynı diğerleri gibi anlamında sıyrılmış bir halde ortalık yerde bir o ağızdan bir o ağıza dolanıyor.

"En iyilerinden biri" ya da genel olarak "En bilmemnelerinden biri". İnce bir mantık hatası var. Hiçbir şey "en iyilerinden biri" olamaz. Bir şey ya "en iyisi"dir ya da "iyilerinden biridir". "En"den sonra çoğul olmaz, bir şey "en" olmayı başarmış ise o şey tektir. Burada anladığım kadarı ile yapılmak istenen karşı tarafı övmek ama şimdi iyilerinden biri dense biraz hafif kaçacak, en iyisi dense çok iddialı olacak hem ne gereği var, o zaman ikisinin karışımı ucube bir şey ortaya çıkıyor. İşin ilginci diğer dillerde de aynı bu şekilde kullanılıyor. "one of the most" gibi. Bu da bize avamın kelime algısındaki problemlerin herhangi bir dile değil avamın kendisine ait olduğunu gösteriyor hangi coğrafya da olursa olsun.

Sadece bunlar değil tabi. Örnekler çok.

"Her fikre saygı duymalıyız" Fikre saygı duyma ne demek hala daha anlayabilmiş değilim, bir şey "fikir" olmayı hak etmişse zaten gerekli ilgiyi görüyordur.

"Din ile bilimin karşı karşıya getirilmesi çok yanlış" Ne anlamamız gerekiyor bir türlü çözememişimdir, genelde söz hakkı verildiğinde ilk cümle olarak kullanılıyor. Ben İngilizce ağırlıklı bir okulda okurken, İngilizce dersinde hoca ani bir soru sorduğunda hem biraz zaman kazanmak hem de bir şeyler söylemiş olmak için yavaş yavaş "I agree with my friends... Hmmm... It changes from person to person" derdik, o aklıma geldi.

Tevafuk, bu yazıyı yazarken şu anda kulağımda kulaklık bir tartışmayı dinliyorum internetten canlı olarak, "ırk" kelimesi havalarda uçuşuyor. "Türk Irkı", "Kürt Irkı"ndan bahsediliyor. Üstelik bu insanlar Prof., Doç. yazar gibi (dünyevi) vasıflı insanlar.

-5 dakika sonra-
Şimdi ise kapattım o sayfayı. Yukarıda yazdıklarımı bilerek dinlemek hakikaten zor oluyor.

Çağlar ilerledikçe, teknolojik kolaylıklar sayesinde insan farkında olmadan gittikçe tembelleşiyor. Bu tembelleşmesinin bir boyutu bu yazının konusu oldu. Bilmiyorum bu yazıyı yüzyıllar evvel yazabilir miydim? Söz söyleme sanatının ne kadar büyük kuvvet olduğu zamanlar yaşanmış ki, -bilirsiniz, Kur'an-ı Kerim de bu zamanların birinde inmiş- Oysa şimdi insanlar anlamını dahi bilmeden kullandıkları kelimeler ile bir şeylerin iddiasına kalkışıyor ve hatta değişimlerden bahsediyor, daha ileri gidip kalabalıklar oluşuyor, daha da ileri gidip belki silahlanıyor. Konuşurken ne kastettiği bile belli olmayan şaşalı kelimeler kullanılmaya devam ediliyor. O cümlelerin altını biraz deştiğinde ise sadece boşluğun gürültüsü ile karşı karşıya kalıyorsun. Bu kadar insan sadece bir gürültünün peşinde, gürültü olduğunu fark edemeden gidiyor. İnanın, az evvel yayımlanan o programda saatlerce konuşan ve konuşurken belki bin defa "ırk" vb. gibi kelimeleri kullanıp tanımını bilmeyen insanların hiçbirisi kendisini yanlış yolda görmüyor.

Kurgu ideolojilerin kurgu sorunlarına kurgu çözümler... Tam anlamıyla avamın kelime algısına yakışacak cinsten.