7 Kasım 2009 Cumartesi

Onur ve Şeref

Dönüp küçüklüğüme baktığımda aklıma gelen birkaç şeyden bir tanesi Cüneyt Arkın filmleridir. Her filmden sonra etrafa uçan tekme, döner tekme atmaya çalıştığım çocukluk dönemimde nasıl da kendimi kaptırdığımı hatırlarım. Onun için bu filmleri izlememem için özel çaba da harcanırdı evde. Şanslıydım, tek kanallı yıllarda çok da mümkün olamıyordu.

İlginçtir, şimdi izlerken bizi güldüren, dalga geçirten kamera, çekim, senaryo, kurgu hatalarının hiçbirisi nedense gözüme çarpmazdı. Belki yaşım küçük olduğundan belki de hiç kimsenin çarpmıyordu o yıllarda. Hayran hayran gözlerimi ayırmadan izlerdim.

Anaokulundayken bir gün -tabi benim bu filmlerden sonra nasıl bir dönüşüm geçirdiğimi bilmediklerinden- sınıfta videodan bir tanesini izletme gafletinde bulunmuştu öğretmenlerimiz. O günden geriye 3 sahne hatırlıyorum. %100 konsantrasyonla pûr dikkat filmi izleyen bir çocuk. Filmden sonra öğretmenlerinin sınıftan çıkmasını bekleyen bir çocuk… Öğretmenleri sınıftan çıktıktan az biraz sonra ise diğer tüm arkadaşları "Aaa.. İmdaaaat!" diye dışarı kaçmaya çalışan bir çocuk. Evet, yine dönüşüm geçirmiştim ve masadan masaya atlıyordum. Tabi keşke o filmlerin etkilenilecek yanları dövüş sahneleri ile sınırlı kalsaydı.

Ben her normal (ve olması gereken) bir çocuk gibi filmlerin karate sahnelerini izleyip hareketleri taklit etmeye çalışırken, ne yazık ki başkaları filmlerin bir diğer yanı olan diyalogları benimseyip sosyal hayatlarında da kullanmaya başlamışlardı.

"Biz onurumuz için ölür, ailemiz için kavga eder, bilmemnemiz için bilmem ne yaparız..." gibi cümleler duyduğumu hatırlarım küçüklüğümde. Üstelik bunu yaşı büyüklerin yanı sıra yaşı son derece küçük olanların, daha ölmenin ne demek olduğu hakkında fikir sahibi dahi olamayacak durumdaki çocukların söylediğini hatırlarım. Onlar büyükleri taklit ediyordu. Ne ilginçtir, filmlerdeki büyükler de dışarıdaki filmleri ve diyaloglarını taklit ediyordu daha doğrusu ithal ediyordu. İşte "onur" kelimesinin bu topraklara girişinin hikâyesi de bu şekilde başlıyor.

Özellikle yakın tarihte, içi boş ama dışı şaşalı cümleler kurmak isteyenlerin sıklıkla kullandığı "onur" diğer birçok şey gibi dışarıdan ithal aslen Fransızca bir kelimedir. (Fr. honneur, TDK sözlüğünden kontrol edebilirsiniz).

Birçok kelime ithal edilmişse de onurun diğer tüm kelimelerden büyük bir ayrıcalığı vardı çünkü onur apayrı bir dünya anlayışını da beraberinde getiriyordu. Yaratanı ve ölümden sonrasını kabul etmeyiş.

Peki, nedir bu 'onur', hangi eksiği gidermek için kullanılıyordu Batı’da da batılılaşmaya çalışan birey hemen üzerine giyiyordu.

Özellikle Fransız ihtilalinden sonra oluşan seküler dünyada, propagandacılar, insanların yaşamından dinin çekilip alınmasının aynı anda insanların fedakârlık yapmak, -daha özel olarak- ölmek için hiçbir nedenlerinin de kalmaması anlamına geldiğini fark etmişlerdi. Hiçbir şey kalmıyor, doyurabildiğin kadar doyur kendini, alabildiğin kadar tat al hayattan, hiç kimseyi düşünmek zorunda değilsin diyen mantığı yenmenin bir yolu bulunmalıydı. Çünkü kendi değiştirdikleri ya da uydurdukları dinler ile insanları kendi çıkarları için çalıştırıp, köleleştirip, üzerlerinden rant elde edip ve hatta savaşlara sürükleyebiliyorlardı. Şimdi ise sekülerizm var ve hiç kimsenin -dediğim gibi- fedakârlık yapmak ya da daha özelde ölmek için hiçbir nedeni yok idi. Dini insan hayatından çıkaran ve 'özgürlük' vadeden insanlar, işin kendi çıkarları ile çatışacak noktaya ulaştığını fark edince, kitleleri, kendi çıkarları doğrulusunda yönlendirebilmek için aslında yeni bir din icat etmişler: 'Romantizm'. İnsanları duygusallaştırıp; eğer fedakârlık yaparsa kendilerinin kahraman olarak görüleceğinin empoze edildiği, eğer fedakârlık yapmazlarsa 'hain' olarak yaftalanacağı yeni bir dünya dini. İşte onur kelimesi bu romantik dindeki bir piyondur. Terör örgütlerinin ve terör örgütünden farksız hareket eden çeşitli ülkelerin hükümetlerinin çok sevdiği bir piyon.

Onur için TDK’nin sunduğu ilk tanımı kabul etmesem de ikinci tanım tam anlamıyla kelimenin anlamını yansıtıyor: "Başkalarının gösterdiği saygının dayandığı kişisel değer". Bu yanlış bir şey mi? Tabi ki de değil. Fakat hedef bu olursa, bu üstünlük yarışını, rekabeti, başkasının başarısızlığı ile avunmayı beraberinde getirebilir. Bu sefer de saygı görecem diye etrafına ızdırap olmaya başlayabilir insan. Aslında toplumların içindeki kavgalar, aile kavgaları hep en temelde üstünlük yarışındaki insanların olgun davranamamasından kaynaklanmaktadır. Böyle davranamayan insanın hem etrafındakilerin hayatını hem de bizzat kendi hayatını kabusa çevirmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

Burada anlatılması gereken, insanların kendilerine faydalı olmayı hedef alması gerektiğidir. Eğer sen faydalı olursan saygınlık da elbette kendiliğinden gelecektir. Sadece fedakârlık insanlara saygınlık getirir, işin ilginci fedakârlık yapabilen insan da zaten saygınlık diye bir derdi olmaz.

İnsanlara önemli olanın sonsuzlukta göreceğin değer olduğu söylenmelidir. Bu değer ölçüsüne de şeref diyelim. Bunun da ancak insanlara faydalı olma üzerine inşa edileceğini göstermek gerekiyor. Burada faydalı olmaktan kastım hem iyi olma hem de kötülerle mücadele etmeyi kapsıyor. Yani hem zulmetmeme hem de zulmedenler ile mücadele etme. Böyle birisini isteyeceği dünyevi saygınlık da üretilen faydanın daha geniş bir alana yayılabilmesi içindir. Yine davası için istediği saygınlıktır. Şahsı için değil. İnsanların göstereceği saygınlık için “olmasa da olur” diyebilir böyle birisi. O zaman şerefli bir hayat yaşamayı başaran, aslında en temelde davası için saygınlığı bekler, çok da kafaya takmaz. Ama derdi dünyevi saygınlık olan muhtemelen hem etrafına hem de kendisine ızdırap olmaktan öte bir şey yapmıyor olacaktır.