16 Ocak 2011 Pazar

Bilinçaltı Muhasebesi

İnsanın harcamak için sahip olduğu üç şeyi vardır:
1-) Canı
2-) Malı
3-) Zamanı

İbadet ederken bunlardan en az birini geri dönüşsüz olacak şekilde kaybetmemiz gerekiyor. Ki bunu Allah rızası için yapmış olalım. Cihad için can; zekat için mal; namaz için zaman.

Cihad ve zekat konusunda bu kadar çekingen davranan insanoğlunun namaz konusunda neden cengaverleştiği sorusunun cevabını da burdan alabiliyoruz. Çünkü insan canı veya malını harcamada cimri zamanını harcamada ise müsriftir. Yani böyle insanın namaz kılması ibadet şuurundan dolayı değil farkında olmadan yaptığı iç muhasebede(içgüdüsel muhasebe) zaten harcamaktan çekinmediği bir şeyin gideceğinin farkına varmasından kaynaklanıyor.

İslamiyeti tebliğ vazifesini yerine getirdiğini iddia eden veya öyle olduğu sanılan, öyle olduğu için itibar gören insanların konuşmalarını namaz eksenli yaptıklarını görmek zor değil. Biraz da ahlak dersi. Nehy-i anil münker emri bil maruf yapmış oluyor. Karşısındaki de "imana"(!) gelmiş oluyor. Namazla hidayet buluyor. Yani iki taraf da görevini yapmış olmuş oluyor. Vicdan azabı diniyor.

Şunu söylemek isterim ki burada bu iki kesimi uyarmak isteyen insanlar sözlerinde bir tarafın, öbürü tarafından kandırıldığını söylüyor. Hayır, yanlış! Burada mağdur yok. Kimse kimseyi kandırmıyor adam zaten namazla işin bitmesini istiyor, kaybetmek istemiyor, başını belaya sokmak istemiyor. Biraz sonra detaylı bir şekilde anlatacağımız gibi burada mağdur yok. İnanın bana herkes hesabını biliyor. Herkesin hesabını biliyor olması sorun değil de bunu "görevlerimi de yapmış oluyorum" çerçevesinde aktarması problem. Bu yazımızın da konusu.

Başlamadan önce...

Bu sitede yazdıklarıma örnek verirken dizi, belgesel vb. gibi görsel metaryeli referans vermeye çalışmamdaki neden aynı anda ikimizin(yazar+okuyucu) aynı olaya tanık olmamazı sağlamak. Bunu niye söylüyorum. Çünkü bu yazıda bol miktarda, bu coğrafyada, bu zamanda yer almış insanların isim ve yazılarını vererek devam edeceğim. İnanın bu derece önemli bu meselede ortaya konuşmak doğru değil.

1-) Cihad:

Şöyle yapalım... Empati ile karşımızdaki gibi düşünelim. Ne diyebiliriz ki insanları bu vazifeden vicdan azabı duymadan kaçırabilelim. Doğrudan İslam'da cihad yoktur gibi sert bir ifade ile girsek, insanlar "ya bu sapık, yanlış vs." der bizden uzaklaşır. Amacımıza ulaşamayız. O kadar ayet hadis var. Bunlardan uzak durduğumuz gibi bir izlenim oluşmamalı ki ürkütmeyelim. Aslında bu ayetlerden uzak durmaya da gerek yok. Ayetlerle destekleyemeyeceğimiz yani aslında dinle alakası olmayan kendi fikirlerimizi aktarırken bu ayetleri koyarız hem ayetlerden kaçmamış oluruz hem yazı zengin gözükür hem de en önemlisi dini(!) bir yazıymış izlenimi verir. Tamam, ayetlerden kaçma işini hallettik ama ne yazmamız gerekiyor. Yazabileceğimiz tek bir şey var. O da yaptığımız her şeyin bir nevi cihad olduğunu aktarmak. Bunu örneklendirmek için başvurulabilecek bir numaralı isim tabi ki Fethullah Gülen'dir. Ben de öyle yaptım önce içimden üşengeç bir tavırla "ya şimdi nereden bulacam cihad hakkında sözlerini kitaplarından araştırma yapmam lazım" dediysem de kendisi beni çok yormadan hemen ilk aramamda şak diye karşıma çıkardı bulmayı umduğum şeyi. Evet, Cihad hakkında kitabı var ve tahmin edin İ‘lâ-yı Kelimetullah veya Cihad kitabının Cihadın Çeşitleri alt başlığındaki ilk cümlesi ne:

Cihad-ı asgar (küçük cihad), sadece cephelerde eda edilen bir cihad şekli değildir. Bu şekilde bir anlayış, cihad ufkunu daraltmak olur. Cihadın yelpazesi, şarktan garba kadar geniştir. Bazan bir kelime, bazan bir susma, bazan sadece yüzünü ekşitme, bazan bir tebessüm, bazan bir meclisten ayrılma, bazan da bir meclise girme, kısacası, yaptığı her işi Allah için yapma ve bu yolda sevgi ve öfkeyi O'nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle İslâmî cihadın şümulüne girer.(...)
http://tr.fgulen.com/content/view/12413/3/
Ne tatlı bir kelime oyunudur o. "Ufuk daraltmak". Neyse..
Kitabın en başı da zaten şu meşhur küçük cihad - büyük cihad kavramına ayrılmış:
(...)Allah yolunda verilen kavga, içe doğru ve dışa doğru olmak üzere iki cephede cereyan eder. İçe doğru verilen mücadeleyi, insanın kendi özüne erme gayreti, dışa doğru verilen mücadeleyi de başkalarını özlerine erdirme ameliyesi olarak tarif edebiliriz. Bunlardan birincisine "büyük cihad", ikincisine de "küçük cihad", denir ki
(...)http://tr.fgulen.com/content/view/12411/3/

Yok hayır denmez. (Ufak bir dip not: Peygamber'e atfedilen “Küçük cihattan büyük cihada döndük. Büyük cihad, nefisle mücadeledir” sözü uydurma hadistir)Şu cihaddır. Bu cihaddır. Şurada şuna yapmak da cihaddır vs vs vs...
Yani cihad dışında herşey cihad.

İlginç bir nokta daha var ki, cihad için binbir çeşit alternatif bulan insanlar, namaz için kesinlikle böyle bir şey yapmazlar. Neden? Çünkü Nehy-i anil münker emri bil maruf yapan dinine bağlı insan görüntüsü verirsin böylece diğer dediklerin de hemen terslenmez. Yani çıkarınla çatışmayan meselede sert ve tavizsiz görüntü çizmek çıkarınla çatışan konuda vereceğin taviz cümlelerinin vizesi olur. Namazla, ibadet sorununuz olmadığı halde bu insanların namazı tavsiye etmesinden rahatsızlık duyuyorsanız bu bir önceki cümlede yazdığım farkında olduğunuz yada olmadığınız iç muhasebenizden kaynaklanıyor.

Yukarıda değindiğim şekli ile cihad meselesinde bir tarafın diğeri tarafı kandırdığını düşünüyorsanız fena halde yanılıyorsunuz. Hayır kandırılmıyor, insanlar zaten böyle şeyler duymak istiyor ve buna sımsıkı sarılıyor. Bu kesinlikle kanma değil.

2-) Zekat:

Fethullah Gülen'le devam edelim. Fethullah Gülen'in başarısı hakkında çok çeşitli yorumlar vardır. Yandaşları bunu engin(!) hoşgörüsü, Allah'ın yardımı vs... gibi ifadeler ile anlatırken çeşitli karşıt gruplar bunu dış güçlerin yardımı şeklinde anlatmaktadır. Nasıl oldu da bu kadar insan dini bilgisi vasatın biraz üstünde olan bir cami hocasının peşine düştü. Nasıl oldu da bu kadar insanı örgütleyebildi? Mesela yukarıda ifade ettiğim gibi cihad gibi insanların çıkarlarına zarar veren meselelerde insanların vicdanlarını dini ifadelerle susturmaya yarayacak ifadeleri söylemiş olmak yeterli olabilir mi? Olamaz, bunu yapan başkaları da var. O zaman neden ne?

Neden, bu güne kadar kimsesinin -haya edip de- yapmadığı bir şeyi yapmak. Bu güne kadar hiç kimsenin tenezzül etmediği ve tenezzül etmemesi gerektiğini bildiği bir şeyi yapmak:

Ümmed-i Muhammed içinde bulunup buna rağmen kendi aralarında alışveriş edilebilecek firmalar listesi dağıtmak.

Sadece İslamiyet için değil herhangi bir oluşum mensupları tarafından dahi yapılmaması gereken bir hayasızlık.

Bu ümmedin yada herhangi bir oluşumun tarihinde gördüğü, görebileceği en büyük fitneyi başlatmak... Ve tabi bunu gören diğer İslami cemaatlerden kimileri de aynı şeyi yapmaya başladılar. Ve o oluşum paramparça!

Hristiyanlığı, sosyalizmi yada herhangi bir oluşumu paramparça etmek mi istiyorsanız, ufak bir cemaat oluşturun -aynı saadet zincir gibi- biz birbirimizden alışveriş edeceğiz deyin işi oluruna bırakın en fazla 5 sene sonra o oluşumun paramparça oluşunu kahvenizi yudumlayarak izleyebilirsiniz.

Dinle ilgilenmediği halde, birbirlerinden alışveriş yaptıklarını bildikleri için bu cemaatin sohbetlerinde boy gösteren insanlar biliyorum. Aynı zamanda üniversitelerde, devlet dairelerinde birbirini kayıran, iş ayarlayan bir oluşum elbette sayısını artırmakta geç kalmayacaktı.

Bir sonraki aşama ise Liselerde, üniversitelerde okuyup yardıma muhtaç insanlara el atıp yardım etmek. Normalde İslami kaide şudur: Yardıma ihtiyacın varsa yardım istersen, yardım edebilecek durumdaysan yardım edersin ama kimseyi borçlu bırakmadan.

(Bizzat şahit olduğum şeyleri yazıyorum). Bu oluşumda yardıma ihtiyacın olup olmadığı önemli değildir. Yardım almak ile mükellefsin. Neden? Çünkü kendini borçlu hissettirmek zorundalar. Bu şekilde saadet zincirinde kendilerinden alışveriş edecek müşterilerin devamını sağlıyorlar. Yani üniversitedeyken sana sözüm ona zekat(!) veriyorlar. Çünkü ileride onlara müşteri olarak geri döneceğinin farkındalar.

Burada tek bir şeye acıyorum. O da şu ki. İnsanın tercih etme hakkı vardır. Bir yerlerde olmayı, bir şeylere inanmayı, bir şeyler yapmayı tercih edersin. Durumları o kadar kötü durumda olan insanlar var ki işte bu tercih etme haklarını satmış duruma düşüyorlar ki işte buna gerçekten üzülüyorum. Yazık.

Yine ana konuya dikkat çekelim. Burada kandırılan hiç kimse yok. Zekat alan halinden memnun, veren de verdiği kişiler zamanla kendisine müşteri olarak geleceğini bildiği için memnun. Geleceğe yatırım. Zekatların en güzeli. Hem zekatı vermiş oluyorsun, hem de kaybetmiyorsun.

Zekat ve Cihaddan sonra Nefs-i Emmare'ye Teşekkür yazısında değindiğim konulara örnek olabilecek cinsten yaşadığım bazı olaylara değinmek istiyorum.

Daha önce bir yazımda daha söylemiştim -marifet olarak söylemiyorum, olayların akışı bu sonucu doğurdu- hiçbir oluşuma hiçbir zaman bağlanmadım. Din ile alakalı hiçbir gelirim olmadı, dini bir çevreye mensup da olmadım hiçbir zaman. Şimdi böyle olunca, çok sonraları fark ettim ki yıllar öncesinde anlam veremediğim olaylar aslında çok anlamlıymış.

İnsan kendini nasıl bilirse herkesi de öyle bilirmiş ya ben de herkesi din ile ilgi duyduğu, merak ettiği, tercih ettiği için ilgileniyor zannediyordum. Ama herkesi. Ve o yıllarda birçok kişinin söylediği sözlere anlam veremiyordum.

1-) Birisini tanırdım - çok zaman önce-, İslam konusunda astığı astık, kestiği kestik... Ama bu kişinin aynı zamanda garip bir olayı vardı. Şu anda piyasada olmayan bir siyasi lidere kesinlikle laf ettirmiyor ve övüyordu. Allah Allah? İlginçti. Ama aynı zamanda bize herhangi bir cemaat mensubu olduğunu da çaktırmıyordu. Yıllar sonra o kişinin bir cemaat mensubu olduğunu öğrendim ve o yıllarda o cemaatin toplu olarak bir siyasi partiyi desteklediğini öğrendim. O yıllarda anlam veremediğim olay sonradan ortaya çıkmıştı. Adamın çıkarı varmış, çaktırmadan, tarafsız bakmış da karar vermiş gibi yapıyormuş.

2-) Gene yakın zamanda birisi ile bir yazışma oldu. Adam iyi bir dini eğitim almış, hadis okumuş, kelam okumuş falan... Dini konularda öyle tavizsiz olduğunu gösteren bu kişinin şu anda mevcut durumda iktidar olan AKP'yi desteklemesine imkan yok. Ama adam mesele o parti olunca bir anda tavır değiştiriyor. Taşları yerine oturtamıyorum, anlam veremiyorum. Sonradan öğrendim ki AKP'li bir belediyede iş ayarlamışlar buna orada çalışıyormuş. Baştan söylesene şunu.

3-) İman edemeyen insanların, bilinçaltı muhasebesinin sonucudur, "bir taraftar mantığı ile", iman ettiğini söyleyip hayatta gerçekten risk aldıracak konuların hiçbirisine bulaşmaması. (Bulaştığı zamanlarda da, örneğin bir kavgaya müdahil oluyormuş gibi gözüküyorsa, bilinçaltı muhasebesinde, yaptığı şeyin sonucunda kavgalı iki taraftan bir tarafın takdirini kazanacağını bilmesidir.) Aynı bir taraftar gibi, iman ettiğini söylemesi, eğer ki ahiret diye bir şey varsa, bu şekilde yani "söyleyerek", "taraftarlığını belli ederek" kendisini yine sağlama alabileceğini düşünmesi. Yani yine nefsin kendi kendisini son derece ilkel bir şekilde koruması. Başka hiçbir şey değil. Hatta bu avam bilinçaltı muhasebesinin yansıması bir söz bile vardır: "Ben Tanrı'ya inanırım çünkü eğer yoksa ona inanmakla hiçbir şey kaybetmem, ama eğer varsa inanmamakla çok şey kaybederim" Lukretius'e ait imiş. Midemi bulandırıyor bu söz. Yok böyle bir avam kurnazlık. Yaratanı, şeytana karşı adam toplayan bir ilah olarak düşünüp, bunun birebir yansımasını dile getirmiş söyleyen. Sanıyorum, Allah'a yapılabilecek en büyük hakaret. Ama bir saniye... Yoksa yaşayan ve yaşamış insanların çoğunluğu zaten böyle mi! Yaptıkları, ettikleri her şeyin altında bu ahmakça yapılmış nefsani hesap dışında hiç mi bir şey yok!

4-) Youtube'da bir videoya rastlamıştım çok önceleri. Şimdi linkini bulamadığım video'da Brezilyalı mı, Arjantinli mi bir bayan yanında da Fethullah Gülen'in cemaatinden başörtülü bir kadın var. O bayanı Müslüman yapmışlar. Kadın anlatıyor. Anlatmaya başlarken ne zaman anahtar cümleyi söyleyecek diye bekliyordum. Pek de hayal kırıklığına uğratmadı beni kısa bir zaman sonra gözyaşları içinde şu cümleyi söyledi:"O kadar iyiler ki benimle her şeylerini paylaştılar". O cümleden sonra hemen sayfayı kapattım. Zaten ağlayan insanları pek sevmem, nedense pek izleyemem de. (Burada da bir bilinçaltı muhasebesi olsa gerek. Neyse...)

Keşke ağlayan abla bir gün muhtaç olmadığı hali ile İslamiyet'i araştırıp tercih etmiş olsaydı.

Bilinçaltı muhasebesi çok çok karmaşık çalışır. Arka planda yapılan muhasebe, kötü bir şeylerin olduğunu sana hissettirir ve kendini içgüdüsel olarak uzak tutarsın, yada çıkarına yarayacak şeylerin iyi olduğunu düşünürsen bir anda yönelirsin. Ben yukarıda hep "kötü" olan bilinçaltı muhasebesi örnekleri vermiş olsam da, kişiliğine uygun olarak tercihini yapıyor insan. İyiyse iyi, kötüyse kötü.

Mekanizma karışık tefekkürünü okura bırakıyorum ama bu yazı burada bitmez...

13 Ocak 2011 Perşembe

Karl Marx ve Artı Değer Teorisi

Tanrı erkek ve kadın için bir ağaç yarattı ve "O ağaçtan meyve yemeyin" dedi. Bir yılan kadını ziyaret etti ve ağaçtan meyve yemesini teklif etti. Kadına elmanın ona bilgelik kazandıracağını söyledi. Çok ikna ediciydi....

Ve insanoğlu o zamandan beri bunun bedelini öder. Her şeyin sebebi ihtiyacımız olmayan bir şeyin bizi cezbetmesiydi.

Hustle, 2.sezon 2.Bölüm

İnsanlar, en başta, ihtiyaçlarını gidermek için üretmişler alet kullanarak. Ve ürettiklerine de ürün ya da mal demişler. Bir zaman sonra ihtiyacı olan şeylerin hepsini üretemeyeceğini zanneden insanoğlu kendi ürettikleri ile başkalarının ürettiklerini mübadele etmeye başlamış. Malın metalaşması. Ve en sonunda satmanın cazibesi ile büyülenmiş.

Kullanım amaçlı üretmek başka, mübadele amaçlı üretmek başka şeydir. Aristo kullanım amaçlı üretimin adına ekonomi derken, mübadele amaçlı yapılan üretime kremetistik olarak adlandırmıştır.

İhtiyacı olduğu için değil, diğer ürünlerle mübadele yapabilmek için üretmeye başlayan insanoğlu bir sorunla karşı karşıya gelmiş o da metaların biriktirilmesi. Bir balığı ne kadar süre çürümeden tutabilirsiniz ya da buğdayı. İşte bu sorun evrensel metayı doğurmuş: Para.

İlk önce hiç değişmeyen, paslanmayan kendi maddesi bir değer içeren bir maddeyi kullanmışlar ki bu altın. Fakat daha sonra bu işi daha da pratik hale getirmek için kendi içinde hiçbir değer içermeyen süslü kâğıtlara geçilmiş. Aynı Karl Marx'ın "kralın ünvanı toplumsal kabulden ibarettir" sözünde ifade ettiği gibi, toplumsal olarak değeri sadece bir kabulden ibaret olan kâğıt paralara. Bu kâğıt para yığınları ile de sermaye tarih sahnesinde boy göstermiş ve bunun neticesinde -bizim de yazımızın konusu - aynı Newton'un yerçekimini fark etmesi gibi- Marx'ın fark ettiği Artı Değer Teorisi: "Makineler Artı Değer Üretemez"

Buna biraz sonra geleceğiz, nerde kalmıştık. Ha evet, biriktirilebilen meta, paranın sonucunda oluşan sermayede…

Sermaye biriktirmiş insan, üretim araçlarını elde etmeye ve bunları başkasına belli bir ücret karşılığında kullandırmaya ve en son aşamada ise üretilen ürünlerin fiyatını -yani maliyeti için işçi ve hammadde parasını tespit ettikten sonra- artırmaya başlamış ki bu da kârın çıkışına neden olmuş. Ama kârı tam anlamıyla anlayabilmek için önce fiyat kavramını doğru bir şekilde analiz etmemiz gerek. Fiyat meselesinde sorun şu: değiş tokuş yapılacak metanın fiyatı nasıl belirlenebilir ki bir araba kaç elbise eder bilebilelim.

Aristo metaların hiçbir şekilde eşitlenemeyeceğini savunur. Örneğin araba ile elbisenin nitelikleri kullanım alanları farklı. Nasıl olacak da bunları neye göre eşitleyeceğiz der. İnsanların eşit olamayan şeyleri mübadele etmeye karar verdiklerini söyler ki Marx bunların eşitliğini çok güzel bir ifade ile açıklar: Emek Zaman.

Bir ürünü üretmek için harcanan faydalı zaman ürünün fiyatını belirler. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Bir saatte üretilen sandalye ile bir saatte üretilen bilgisayar aynı fiyatta mı? Yanılgıya düşüren şudur ki: Bir saatte üretilen bilgisayar yoktur. Bir bilgisayar üretmek için bilmem kaç yıl ilkokul-lise-üniversite okumak üstüne yıllarca tasarım ve test yapmak gerekir. Bir şeyin üretilmesi onun sadece fiziksel haline büründürülmesi değildir. Onu o hale getirmek için insanın bilgi birikimine sahip olmasıdır. Zaten fiziksel hale getiren de makinelerdir fakat değer katan insandır.

Şimdi Artı Değer Teorisine başlayalım.

İnsan bir ürünü üretirken, şekillendirirken yaratıcılığını kullanır. Ve o ürünü farklı kılan işe yarar hale getiren insanın zekâsıdır. Bunu yaparken kullandığı aletlerin o ürüne kattığı hiçbir değer yoktur. Dolayısıyla üretim araçlarını elinde bulunduran ve ürünün üretilmesine hiçbir katkıda bulunmamış sermaye sahibinin üretilen üründe hiçbir hakkı yoktur. Kısacası şudur: Sermaye sahibinin kârı işçinin emeğinden çaldığıdır. Bir ürünün üretilmesi sonucunda emek sahibinin 10 Lira alması gerekiyor iken 9 Lira alıyorsa işte bu 1 Lira artı değerdir. Ve makine çalıştırmak böyle bir değer üretmez. Üretim sürecinde rol almamış bir kişinin ürünün ya da hizmetin fiyatını artırması ürünün satış anında hak etmediği paraya ulaşması demektir ki bu da eğer ki bir yerde hak etmediğine ulaşan birisi var ise, birilerini hakkı yeniyor demektir. Bu hak yeme süreci eninde sonunda insanı mücadeleye götürecektir der Marx. Bu meseleyi Marx'ın, sermayenin çelişkisi ve rekabet üzerine yaptığı tespitleri ile madde madde açıklamaya çalışalım.

1-) Bir sermaye hayatta kalabilmek istiyorsa rekabet edebilmelidir. Bunun için üretim gücünü artırması yani makineleşmesi lazım. Fakat makineler üretilecek metaya bir değer katamazlar. Ve herkes o makineleri elde edebilir. Ve bu durum sana kâr getirmez. Örneğin, bende giysi üreten makineler var. Bu makinelere girdi olarak pamuk, yün, iplik, elektrik vs. verdim ve ürünün maliyeti bana 10 lira oldu. Ben bunu 15 liraya satmaya kalksam, aynı makineleri alan ve hali ile aynı şekilde üretim yapan başkaları da bunu rekabet ederek 14'e satacaklar ben 13'e indireceğim, diğeri 12'ye, daha sonra 11, 10.50, 10.20 diye üretim fiyatına yaklaşacak. Kendim emek sahibi olup bu ürüne bir şey katmazsam makineleşmek bana kâr getirmeyecek. Ve batacağım.

2-) Makineleşmek beni batırdı. O zaman ürüne değer katabilecek insanlar bulmam gerekiyor. Ve onlarla pazarlık edip maaşları tutabildiğim kadar düşük tutmam gerekiyor. Bunu yapıyorum ve az bir üretimle de olsa kâr elde edebiliyorum belki ama bu seferde insan makine gibi çok üretim yapamayacağından rakiplerim ile rekabet edemiyorum. Ve gene batıyorum.

3-) Üstelik çalıştırdığım insanlar, fabrikadan çıktıktan sonra dışarıda benim ürünümü alacak müşteri olacak. Fakat ben onlara sadece kendi temel beslenme ve ulaşım ihityaçlarını karşılayabilecek kadar ödeme yapmıştım. Dolayısıyla metalarımı satabilecek müşteri de bulamayacağım. Gene batacağım.

Özetlersek:
Makineler artı değer üretemezler, sermaye sahibi makineler çalıştırarak rekabet edebilir ama kâr elde edemez. Batar.
İnsan çalıştırırsa bu sefer kâr elde eder ama rekabet edemez. Yine batar.

Marx'a hakkını teslim etmek lazım, dâhice tespitler...

Şöyle bir katkı da yapabiliriz:

Sermaye sahipleri makine çalıştırırsa, istihdam sağlanamaz, insanlar işsiz kalır ve ürünlerini satabilecek müşteri bulamazlar. Batarlar.

Sermaye sahipleri insan çalıştırırken kâr elde edebilmek istiyorsa insanlara temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar maaş vermeli, bu durumda yine metaları satabilecek müşteri bulamazlar. Yine batarlar.

Tek cümle ile özet şu: Makineleşirsen rekabet eder, kâr elde edemezsin, insanları çalıştırırsan kâr elde edebilir ama rekabet edemezsin.

Öyle bir kalabalık içinde yaşıyoruz ki, buralarda, bazı kişiler vardır ki onlar sadece kötü olarak bilinir ve sadece kötü olarak bilinmesi istenir. Neden kötüdür, neden böyle bilinmesi gerektiğini, bunu empoze edenler bile bilmezler. Marx'ı okuyup, mantığını çözdüğünüz zaman fark edeceğiniz bir şey daha var ki konu hakkında ne kadar cahil insanların, o cahil cesareti ile nasıl koca koca başlıklar atıp ne dediğinin bile farkında olmadığıdır. Marx'ın literatürüne hakim olduktan sonra, çok eskiden kendilerine sağcı deyip, bu aralar kimi zaman sağcı kimi zaman liberal(?) kimi zaman ise Müslüman kimliği ile çıkıp sanki literatüre hakimmiş gibi kusura bakmayın ama nasıl da beş para etmez şeyler yazıp çizdiklerini göreceksiniz. Sanki böyle bir şey istenmiş, böyle bir vazifeleri varmış gibi. Bu kadarla bırakacağım bu yazılarla ilgili daha fazla konuşmaya değer olduğunu düşünmüyorum.

Şimdi....

Buraya kadar dikkat ederseniz, yazıda Marksist ya da Marksizm gibi ifadeler kullanmaktan özellikle kaçındım. Çünkü bu ifadeler kendisine solcu diye nitelendiren insanların düştükleri yanlıştır. Marx'ın yukarıda saydığım ve daha fazlasına çeşitli kitaplardan ulaşabileceğiniz tespitleri, bir fikir ya da ideoloji değil bir kanundur. Yerçekimi kanununu fark etmiş Newton için nasıl "fikirlerine katılıyorum ya da katılmıyorum" gibi bir ifadede bulunulamıyorsa aynı şekilde Marx için de fikirlerine katılıyorum ya da katılmıyorum diye bir ifadede bulunamazsınız. Yerçekimi ya vardır ya yoktur, Artı Değer Teorisi ya vardır ya da yoktur. Şimdi konumuza geri dönelim.

Marx buraya kadar sermayeyi, emek gücünü, emek zamanı hatasız bir şekilde açıklamıştır. Fakat doğan sorunları nasıl çözeceğiz sorusuna tatmin edici bir cevap verememiştir. Veremediği gibi, belki biraz da tabiri caizse hırsıza yol öğretmiştir. Uluslararası firmalar boşuna uzak doğuda sadece yemek parasına binlerce işçi çalıştırmıyor.

Marx bütün sorunun sahiplenme içgüdüsünden kaynaklandığını söylese de, bir şeylere sahiplenmeden de üretim yapamıyorsun. Sahiplenmeyi yok edecek ne bir yöntem ne de bir silah da yok. Bu kısım herkes için muamma ben de bunun tefekkürünü okura bırakıyorum.

En başta anlattığım konu ile alakalı bir soru ile devam etmek istiyorum.

Peki Marx dediklerinde hatasızsa nasıl oluyor da sermaye sahipleri iflas etmiyor? Nasıl oluyor da üretmemiş bu kadar insan bugün de karnını doyurabildi? Nasıl oluyor da birileri hak etmediğini devamlı elde ediyorsa, hakkı yenmiş insanlar yaşamını devam ettirebiliyor? Üretmeden tüketme neden insanlığı yok edemiyor?

Marx'ın kurduğu denklemde bir eksik var, bu bir hata değil ama eksik. O da şu ki: Üretmeden sömürülecek ürünü sadece insanlar değil, güneş de üretir. Varlığını kanıksadığımız güneş dünyayı öyle bir besliyor ki, toprağa bir atıyorsun, bin veriyor. Ve bu, bütün ayıpları örtüyor. Eğer ki toprağa bir atıp bir alsaydık, Marx'ın fark ettiği denklem kendini anında gösterecek ve kesinlikle üretmeden karın doyurma diye bir şey olmayacaktı. Fakat dünyayı besleyen güneş, denklemi pratikte gözlemlenemez hale getiriyor. Burada temel bir noktada, ufak bir eksikliği olsa da yine de öngörülerinde son derece mantıklı ve tutarlı idi Marx ve bugün öngörülerinin nasıl gerçekleştiğini apaçık görebiliyoruz.

Yukarıda, Marx'ın kapitalizmin çelişkisini nasıl ortaya koyduğunu gösterdik ve ne kadar mantıklı olduğunu söyledik. Söyledik ama neden iflas etmiyordu küçük esnaf, orta sınıf. Günümüze kadar nasıl oldu da geldi bu düzen? O konu ile ilgili Marx'ın temel öngörüsünün 2000'li yıllarda nasıl kendini göstermeye başladığını anlatalım son olarak.

Marx, kapitalist ekonomi yani mal sahibinin fiyat artırması ve hak etmediğini elde etmesi yolu ile dönen ekonomik sürece bakıyor ve rekabet-makineleşme ve artı değer çelişkisi üzerinden bu ekonomik düzen ile istense de kar elde edilemeyeceğini ve batılacağını söylüyor dedik. Eğer ben hiçbir değer katmadan bir ürün ya da hizmet üretiyorsam, bunu başkası da yapar ve sen rekabet edebilmek için fiyat indirmeye gitmekten başka yolun kalmaz ki bu durumda istesen de kâr elde edemez ve batarsın diye de eklemiştik. Ama Marx'ın bu tespitinin üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen orta sınıf batmadı. Varlığını devam ettirmeye başardı. Ta ki 2000'li yıllara kadar… Bu gün günümüzde kasap, manav kalmadı. Bakkalların yarıda fazlası kapandı, kalanlar ekmek parasına devam ediyor. Daha birçok farklı farklı alanlarda faaliyet gösteren dükkânlar yok olup gitti. Neden yüzlerce büyük alışveriş merkezlerinin açılmış olması mıydı? İlk başta, kısmen, evet neden buydu ama Marx'ın fark ettiği sürece göre AVM'lerdeki dükkânlar da kapanacaktı ki evet artık avmlerdeki dükkanlar da kapanıyor. Neden böyle oluyor? 2000'li yıllarda ne başladı da Marx'ın fark ettiği, orta sınıfın tamamen yok olma süreci bir anda hızlı bir şekilde kendini göstermeye başladı? Cevap: internetten satış başladı.

İnternet öncesi dönem için konuşursak, çoğunlukla insanların alışveriş kültürleri dardı desem beni çok da yadırgamazsınız inşallah. Bütün ihtiyaçlarını sadece kendi muhitinden karşılıyordu insanlar, başka bir semtteki fiyatı kontrol etmeye zahmet bile etmiyordu. Onun için aynı ürünü bir bölgede fiyatını artıran kişi, diğer bölgedeki insanla pek de rekabete girmiyordu, böylece yukarıda anlattığımız, rekabet süreci sonucunda kârın azalması yaşanmıyordu. Artık öyle değil.

İnsanlar evlerinden bir tıkla dünyanın öteki ucundan alışveriş yapabiliyorlar, aldıkları ürün kapılarına teslim ediliyor. Dünya üzerinde bütün fiyatlar bir tıkla karşımızda. Hadi et bakayım rekabet edebiliyorsan. -Türkiye için konuşuyorum- Üstelik şu anda devasa Amerikan, Çin internet satış siteleri Türkiye'ye elektronik eşya(telefon, bilgisayar, fotoğraf makinesi vs...), giyim eşyası, beyaz eşya yollamıyorlar da. Yollamaya başladığında o zaman göreceğiz şu anda bile sayıları iyice azalmış açık dükkânların bile kaçta kaçı açık kalabilecek.

Not: Bu konu ile ilgili Türkiye'de, birebir şahit ve dâhil olduğum bir süreci yazayım. Yakın zamanda her alışveriş merkezinde ya da lüks semtlerde parfüm, kozmetik ürünü satan dükkânlar olurdu. Şu anda tek tük kaldı. Neden? Çünkü yurtdışı menşeli internet siteleri bu alanda, Türkiye'ye satış yapmaya başladı. Türkiye'de 180TL'ye satılan parfümü 30$'a satıyorlar ve örneğin 60$'ı geçersen Amerika'dan Türkiye'ye adrese teslim ücretsiz kargo ile gönderiyorlar. Elbette bunun farkında olan insanlar artık bu şekilde alışveriş yapıyorlar ve bunun sonucunda bu dükkânların çok büyük çoğunluğu kapanmış durumda Türkiye'de. Ve dediğim gibi daha devasa Amerikan ve Çin satış siteleri elektronik, beyaz ve giyim eşyalarının Türkiye'ye satışını yapıyor değil henüz. O da eninde sonunda başlayacak ve işte o zaman orta sınıfın tamamen yok olduğuna şahit olacağız. Yani Marx, eninde sonunda batacaksınız diyordu. Denilen şey artık apaçık kendini göstermeye başladı.

Son olarak başta Müslümanlara olmak üzere kısa kısa notlar

1-) Para ile alışverişin kendisi ribadır yani faizdir. Ve kâğıt para ile alışveriş haramdır.
- "E ama herkes şimdi böyle alışveriş yapıyor"
Çok kişinin yapıyor olması hükmü değiştirmez. Trilyon tane sıfır gene sıfır eder.

2-) Peygamber zamanında alışveriş için altın kullanılırdı.

3-) Hani yarım doktor candan yarım hoca dinden eder ya... Paranın haramlığını bilemeyince yani sorunun kaynağını bilmeyen hocalarımızın(!) "Enflasyon oranında faiz haram değildir" gibi ucube ifadelerinden uzak durmanız gerekmektedir. Para ile alışverişin haram olduğunu tespit edemezsen, işte böyle "Ama borç verdim zamanla verdiğim paranın alım gücü değişti. Fark almazsam ben zarar ediyorum alırsam faiz oluyor" kısır döngüsüne takılır kalırsın. Paranın alım gücü zamanla değiştiği için para ribanın ta kendisi oluyor zaten.

4-) Finans Kurumu adı altında açılmış kâr(!) payı dağıttığını iddia eden kurumların söylediklerinin hepsi yanlıştır. Buraya kadar okuduysanız finans kurumlarının söylediklerin incelemeye gerek olduğunu düşünmüyorum.

5-) Kendisine solcu, sosyalist, marksist, komunist vs... diyenlere bir uyarı, Marx'ın ifade ettiği şey üretmeyi bilenler ile bilmeyenler arasındaki mücadeledir. Üretmeyi, tasarlamayı öğrenmek ise çok büyük bir iştir, Marks'la alakası yoktur. Başta Artı Değer Teorisi olmak üzere Marx'ın bir düzene oturtarak aktardığı şeyleri bilmek başka, üretmeyi bilmek başka bir şeydir. Herkesin nefsine zor gelen üretmeyi bilmeye Marx'ın tespitlerini okumuş olmak ile ulaşmış sayılmazsınız.


Yararlanılan Kaynaklar:
- Kapital Manga Cilt: 1, Yordam Kitap
- Kapital Manga Cilt: 2, Yordam Kitap
- Kapital - Yeni Başlayanlar İçin, David Smith, Versus Kitap
- Marksist İktisat El Kitabı, Yordam Kitap
- Marx'ın Kapitali, Marx'ın Sözcükleriyle Kapital Özeti, Otto Rühle, Tarih Bilinci Yayınevi