19 Şubat 2013 Salı

Müslüman Olmak Nedir? Ne Değildir?

Müslümanlık nefsi değil; şeytanı yenebilmektir... Nefs başkadır, şeytan başka. İman başkadır, sevap ve günah başka. Ruh başkadır, melek başka... Tüm bunları, yani insanı ve etkileşimde olduğu tabiatını meydana getiren parçaları tefekkür ederken aklıma düşmüş bir cümle idi, müslümanlık nefsi değil; şeytanı yenebilmektir.

Ama kurtuluş için şeytanı yenip müslüman olmak yeterli olmayacak aynı zamanda müslümanlığını muhafaza etmeyi de başarmalıdır insanoğlu. Çünkü kurtuluşa ulaşabilmek iki aşamalı bir süreçtir. Birinci aşamada; insan, doğayı, varoluşu sorgulayarak yani ilim ve tefekkür ile kendisini inanmaya, nefsini ilah edinmesini engelleyecek, şükrettirecek bir inanca yönlendirerek şeytanı yenmelidir; bu süreci başarı ile geçtiyse, evet o anda müslüman oldu demektir ama ne yazık ki kurtuluşa ulaştıran süreç orada bitmeyecek, bir konuda daha başarılı olması gerekecek, o da, bu inancını, kendine düşkünlük ve kolaycılık özelliği ile dünyevi inanç yani putperestlik haline getirmeye çalışacak nefsi ile ölene kadar devam edecek mücadelesinde. İnsanoğlu bir şekilde inanarak yada inandığını söyleyerek, sorumluluklarını yerine getirdiği yanılsamasına düşebiliyor. Evet, bir şekilde inançlı olabilir insan ama bu eşittir müslüman demek değildir. Çünkü bir sonraki aşamada, nefsin kolaycılığı ve kendine düşkünlüğü, inancını "dünyada mutlu edecek", "dünyevi isteklerini yerine getirecek" bir tanrı inancına, -insanlığın varoluşundan beri hep yönelmeye hazır olduğu- çıkar dinine yani putperestliğe sürükleyebilir insanı. Tüm bunların bilincinde olmak gerekiyor Hak inancı devam ettirebilmek için. Yani hayatımız boyunca nefsimizle mücadele de edeceğimizin, şeytanı yenmenin kurtuluş için yeterli olamayabileceğini de anlamak gerekiyor.

Bilinmelidir ki, İslam'da, putperest olarak vasıflandırılmış insanlar da imanlı insanlardı. Kendilerini hak yolda görüyorlardı. Ateist de değillerdi. Hatta çok da dindardılar. O zaman, Kur'anda tekrar tekrar anlatılan, hak yolda olduğundan emin putperestleri, geçmişte yaşamış ölmüş tarihi karakterler olarak düşünüyorsak, başlamadan kaybettik demektir. Çünkü o putperestler, bugün de tüm sıfatları ile varlıklarını devam ettirmekte olan aynı insanlar. O hale düşmemek için, ne yazık ki tarihin değişmeyen tekerrürü olarak, günümüzde de yerini çoğunlukla putperestliğe bırakmış Hak dini anlayabilmemiz, putperestlikten farkını görebilmemiz gerekiyor ki, hak yolun bir parçası olabilelim inşallah. Hak dini anlayabilmek de insanı ve etkileşim halinde olduğu tabiatını biraraya getiren parçalarını anlamaktan geçiyor. Öyleyse, önce parçalardan başlayalım daha sonra örneklerle devam edelim.

insan

  • Şeytan:
    Nisa 120. Şeytan onlara vaadlerde bulunur ve onları boş özlemlerle doldurur. Ama Şeytan'ın onlara vaad ettiği her şey sadece akıl çelmekten başka bir şeye yaramaz.
    Şeytan yalnızca mantık kurmaya çalışır; aklınla uğraşır. Sana bir şey istetemez. İsteyen nefstir. Şeytan sadece, nefsin istekleri sonucunda oluşacak olan ahlaki ikilemde galip gelmeye çalışır. "Bu son", "boşver tövbe edersin"(Fatır/5) diyerek seni telkin eder. Yahutta imani vesveseler doğurur. İmani vesveseleri doğuran şeytandır, nefs değildir. Zaten dikkat ederseniz genelde nefsine düşkün insanların da bir “yaratıcıya” sorunsuz yöneldiklerini görebilirsiniz. (Yazının başında yazdığım, inanma fiilinin eşittir müslüman olmak, olmadığını aklımızdan çıkarmayalım)
  • İlham:   
    Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla(kalbine ilham ederek), yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O yücedir.(Şura 51)
    Burada vahiy yoluyla Allah'ın bir kula ilham etmesi, peygamberlerin Cebrail vasıtasıyla aldıkları vahiyden farklı kategoridedir. Kastedilen şey, ilham edilmedir. Her insanda görülebilir. 
  • Nefs:   
    Yalnızca ister. Başka hiçbir şey yapmaz. Devamlı olarak ister. İstediği şeyler dünyevidir. Seni devamlı olarak huzursuz eder. Doyurdukça daha da büyür ve bir sonraki istediği daha da şiddetli olacaktır. Sorumluluklarından kaçar, kolaycıdır. Rekabetçidir; kıskanır ve başkalarının başarısızlığı ile avunur -tabi bu da insanı cehenneme karşı cesur yapar-. Ayrıca, cinselliği ve cinsiyeti vardır... gibi yukarıda şekile eklemediğim daha birçok şey de yazılabilir. Ama nefsin yegane, ulaşmaya çalıştığı en son hedefi, neticesinde tadabileceği en büyük zevki, ilahlığını iddia edebilmektir. Ama bunun alenen yapılması -ki alenen yapanlar da olmuş- itici bir görüntü çizeceğinden yani ters tepeceğini bildiğinden, yine kendisini korur, çoğunlukla, bu nihai hedefini, ilahlığın(şirkin) bir alt basamağı olan saygınlık ile tatminine devam etmeye çalışır. Bu şekilde yaşayan insanların yaptıkları hep bu bilinçaltı muhasebesinden kaynaklanır.

    Görülmekte zorlanılan, nefsin bir özelliğinden daha bahsetmek gerekiyor ki, o da, nefs kolay kolay unutmaz. Onun için bağımlılık yaratacak şeye baştan hiç başlamamak en iyisidir. Zevk alınan şeyden vazgeçebilmek çok zordur başarı büyük mükafatı beraberinde getirir. Bunu başarmış gibi gözükenlerin büyük çoğunluğu sadece nefsani bir isteğinin yerine başka birini koyarak bunu yapabiliyorlar. Örneğin genel olarak sağlığını düşündüğün için, yada paranı düşündüğün için sigarayı yada çok yemeği bırakma gibi... Yani yine vazgeçiyor değil, sadece bir isteğinin yerine başka birisini koyuyor.

    Nefsi yenmek zordur. Çünkü onu yenmek demek isteğini ne ise ondan hakikaten vazgeçebilmek demektir. O isteğin yerine başka bir isteği koymak değil. Bunu başarmanın reçetesi açlık, zikir, ilim ve tefekkürden oluşur. Tek bir tanesinin dahi eksik olmaması kaydıyla.

    Kur'an-ı Kerim'in üslubuna bakıldığında, nefs'in birden fazla manada kullanıldığı görülmektedir. Burada açıkladığım nefs, temel anlamında zikredilen, Yusuf süresinde geçen, Hz. Yusuf'un söylediği: "Halbuki (ben) nefsimi temize çıkarmıyorum. Muhakkak ki nefis, mutlaka kötülüğü emredicidir"(Yusuf/53) dediği nefstir, yani kötülüğün hiç bitmeyen kaynağı olan şey. Oysa ki Fecr, 27-30'da "Ey mutmain (huzura eren) nefis! Râzı olmuş ve kendisinden râzı olunmuş olarak Rabbine dön. (Sâlih) kullarım arasına katıl ve cennetime gir" denilerek, cennete girecek mutmain olan nefsten bahsedilmektedir. Burada nefsten kastedilen şey, vicdanına(fıtratına) teslim olmuş, teslim olabilmeyi başarmış akıl ve kişilik olmalı. Yani insanın zatı.(AllahuAlem). Dolayısıyla nefs kelimesi, asli manası olan kötülüğün hiç bitmeyen kaynağı olarak zikredildiği gibi, insanın zatı yani kişiliği için de zikredilmektedir. Ve ayrıca, böylelikle, "Neden cennet tasvirleri dünyevi(nefsani) sembollerle ifade ediliyor" sorusuna ya da "Orada, nefslerinin çektiği ve gözlerin hoşlandığı her şey vardır"(Zuhruf/71) mealindeki ayet üzerine madem kötülüklerin kaynağı nefs cennette olmayacak, neden bu ayetlerde nefsten ve isteklerinden bahsediliyor, sorusuna bir cevap verebiliriz. Çünkü, evet cennette kötülüklerin kaynağı nefs olmayacak ama kişilik ve bizim hayran olabilmemizi sağlayacak akıl olmaya devam edecek. Yani zatımız, Kur'an'ın nefs olarak bahsettiği diğer şey. Ve artık isteme fiilini bunlar gerçekleştirecek. Böylelikle istekler yine olacak ama bunlar kıskançlık, azgınlık ve haddi aşma üzerine değil, hayran olma üzerine kurulu olacak. (AllahuAlem)

    Bahsedeceğim son bir özelliği daha var nefsin ama onu anlatabilmem için önce Ruhu anlatmam gerekiyor.
  • Ruh:   
    Anlaması, açıklaması en zor olan konu budur insanı oluşturan parçalar arasında, şahsi fikrime göre. Hatırımda kaldığı kadarıyla, yıllar evvel okuduğum bir yazarın kitabından bir alıntı ile başlayayım: "Aşk Ruhun sıfatıdır. Ruhun da cinselliği ve cinsiyeti yoktur. Ve karşı cins için duyduğumuz aşk elde edene kadardır elde ettikten sonra aşk sandığın his seni ruhen yalnızlığından kurtardığı için duyduğun şükran duygusudur ama aşk değildir." Aşk dünyayı ve ona bağlı kavramları, insanın nazarında sıfırlayan Ruh'un yegane sıfatıdır. Nasıl ki nefs, adım adım her isteği ile seni ilahlığa yani şirke götürmeye çalışıyorsa, Ruh da insanı adım adım -götürebileceği en son nokta olan- kendini feda etmeye götürür yani şehadete. Şehadetin bu kadar kıymetli olmasının nedeni budur. Feda etmek, kendine ait ne var ise. Önce zamanını, paranı(maddiyatını) ve son olarak da canını. Beklentisiz feda edebilmek. 
     
    Aşk ve fedakarlıktan başka Ruh'a ait olduğunu düşündüğüm bir özellik daha var ki o da utanma. Bu konuda kendimce sunabileceğim delil şöyle olabilir: Hayvanlar gülebilir mi? Çıkardıkları bazı sesleri gülme olduğu varsayılan yazılar bulabilirsiniz internette. Ama ben güldüklerini sanmıyorum. Biz niye gülüyoruz? Düşündüğümde iki neden geliyor. Birincisi farklı geldiğinden yani gerçekten komik olduğundan -ki bu biraz da karşı tarafa takdiri belli etmeyi içeriyor-. İkincisi utandığımızdan -bu da belaltı esprilere neden her zaman gülündüğünü açıklayabilir- Komik geldiğinden değil, sadece utandığımızdan. Hayvanların gülmemesinin nedeni de budur diyebilirim. Hayvanlar, takdir edecek zekaya sahip olmadıklarından komik olana, Ruh'a da sahip olmadıklarından utandıracak şeylere gülemezler. Bunları göz önünde tutarak utanmanın Ruh'un sıfatı olduğunu kabul ediyorum. Bir nokta daha var ki, o da gülmenin ilk nedeni olarak takdir etmeden bahsettim ya bu da beraberinde, hayran olmayı şükran olmayı, hayrete düşmeyi getirmez mi! Yani ibadeti. Bunlar da Ruh'a ait kavramlar olsa gerek. (En doğrusunu Allah bilir)
  • Kişilik:
    Şeytan, herkeste aynı şeytan, Ruh aynı Ruh, nefs aynı nefs, melek aynı melek, akıl aynı akıl. İnsanı oluşturan ve etkileşim halinde olduğu parçalar, yukarıda saydıklarımdan ibaret olsaydı, herkes aynı olmaz mıydı. Oysa ki, kimi asabi, kimi duygusal, kimi karşı cinse çok düşkün, kimi paraya vs... Yani herkesin baskın çıkan farklı farklı özellikleri var, şeytan ve nefsin herkese farklı yaklaşabildiği. Ona kişilik diyoruz. Yani şeytanın ve meleğin insan aklına girişi ve yine aklın, nefse yada Ruh'a yönelişi hep kişilik süzgecinden geçiyor. Ek olarak, kendimizi ifade ederken, "ben" dediğimiz şeyden kastettiğimiz de burası olsa gerek.
  • Fıtrat:
    Kişilik ve fıtrat birbirinden farklı kavramlar mıdır? Fıtrat ile ilgili, Kur'an'da tek bir ayet vardır ve o da, "Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult" dediği Rum/30. Bu ayete bakarak diyebilirim ki; evet fıtrat ile kişilik birbirinden farklı kavramlar olmalı. Peki nedir Fıtrat? Fıtrat, insanı, serbest halde iken yani ne nefsi, ne şeytanı, ne kişiliği olmadığı halde iken Allah'a yöneltecek bir kod; her insana; kendisini yaratan, kendisinden daha büyük olan bir yaratan olduğunu hatırlatan, dolayısıyla kendisini ilah edinmesini engelleyecek ve aynı zamanda insana iyiyi ve kötüyü ayırt edebilme vasfı kazandıran bir kod olmalı. -Vicdan diye söylediğimiz kısım da burası olmalı ki o zaman şu sonucu çıkarabiliriz ahlaki ikilem sürecine şeytan ve melek ile birlikte fıtrat da dahil olmaktadır-  Hiçbir şeyden etkilenmeyen bir aklı, imana götürebilecek ayrıca doğru ile yanlışı birbirinden ayıran, herkeste var olan, aklın içinde bir yere konulmuş, kişiden kişiye değişmeyen yani kişilik süzgecinden geçmeyen bir kod(AllahuAlem). O zaman bir insanın inançsızlığı ve dolayısıyla kendini feda etmeye yönlendirememesi yani kendini feda etmeye götürecek inanca sahip olmaması insanın doğasına aykırı hareket etmesidir. Buradan şu sonucu da çıkarabiliriz; Yeni Dünya Düzeni yazısının girişinde bahsettiğimiz fetret ehli konusunda, fıtrattan bahseden Rum 30 ayeti, büyük alim İmam Maturidinin, fetret ehli dahi olsa her insan aklı ile Allah'ın varlığına iman etmekten sorumludur görüşünü de destekler. İnsanın, yaratını olduğunu bilincinde olmayışının sonucu mutlaka zarar ile biter. Burada da iki tip zarar vardır. Birincisi kendisine zarar, ikincisi etrafına verdiği zarar. İsra 15'te geçen tebliğ yapılmamışların, inançsızların azap görmeme meselesi budur. Eğer madde bağımlılığı, intihar, zamanını boşa harcaması vs...  ile hayatı boyunca hiçbir faydası olmayıp ama sadece kendine zararı olan  insanlara Allah azap etmeyeceğini söylüyor(AllahuAlem). Yoksa inançsızlığı zulüm mekanizmasını haline dönüşmüşse yaptıklarının karşılığını mutlaka görecektir(Zilzal 7-8). O zaman vicdan muhasebesinde insanın bir kendine acıması, bir de başkalarına acıması var. Fetret ehli, kendine acımıyor her türlü kötülüğü yapıyor ama başkalarına zarar da vermeye gönlü razı değilse, azaptan kurtulur inşallah(AllahuAlem)... Çünkü kendisini frenleyen bu his eninde sonunda bir yaratıcı, kendisinden daha büyük bir yaratanın varlığının kabulünden doğar ki inançsız olduğunu söyleyenler de aslında sadece bunu biraz gururdan, biraz da "inançlı olduğunu söyleyip, başkalarına zarar veren" insanlara benzemediklerini göstermek için söylüyorlar. Fetret ehli nasıl inanıyorsa, inansın, inancında ne kadar hata yaparsa yapsın yada yaşadığı hayatta ne kadar boş ne kadar faydasız, kendine zarar vererek yaşasın, eğer başkasına zarar vermeme kısmında vicdanına(fıtratına) teslim olmayı başarıyorsa, inanma kısmını da aslında başarmıştır ve ona azap yoktur(AllahuAlem).

    Buradan bir sonuç daha çıkarabiliriz, müslümanlık daha genel tanımı ile kurtuluş ehli olmak, başkalarına zarar verip vermemesi ile kendisini belli eder. Onun için bir insanın ne ibadetlerine, ne ilmine, ne de başka bir haline bakılır. Hayatında adil mi değil mi, kul hakkı taşıyor mu taşımıyor mu bu tutumu ile gerçek yöneliminin ne olduğu ortaya çıkar. Son olarak şunu ekleyelim; fıtrat hiçbir zaman yalan söylemez, yanlış yapmaz. İnsanı, diğer tüm canlılardan ayıran ve sorumlu kılan, iyi ile kötüyü ayırt etme fonksiyonu sağlayan fıtrat hiçbir zaman yalan söylemez, yanlış yapmaz, adaletten sapmaz. Onun için her insan neyin iyi neyin kötü, neyin adalet neyin adaletsizlik olduğunu bilir. İyiye, doğruya uymuyorsa sadece kendisini kandırıyordur. Çünkü kötüye uyduğu her anda fıtrat şaşmaz bir şekilde ona iyiyi doğruyu her defasında söyleyecektir. Kendimizi düşünelim, istisnasız her sınanmamızda içimizdeki ses tarafından uyarıldığımızı hatırlayacağız. Ona uymuyorsa insan, ya tamamen körleşmiştir yani iyi ile doğruyu ayırt edemeyen hayvandan bir farkı kalmamıştır -ki Kur'an'da bu tip insanlar için kullanılan hayvan gibidirler ifadesi bunun içindir- yada kendisini kandırıyordur.

    Not: Bu fetret ehli -ki şahsi kanaatimce İslami konular içinde en zor konudur- meselesi üzerinde çok fazla durmamın nedeni, yeryüzünde yaşayan insanların, buna "İslam coğrafyası" denilen yerler de yaşayanların da-hatta bunların dindarlarının da- büyük çoğunluğunun dahil olduğunu düşünmemdir.(En doğrusunu Allah bilir)

Bunlar insanı ve etkileşim halinde olduğu tabiatını oluşturan parçalar ve işleyişleri idi. Bu haliyle fazla berrak değil mi? Bence fazla berrak. Çünkü gerçeklik bu kadar berrak değil; daha karmaşık.

Peki eksik olan ne?

Yukarıda dedim ya, nefsin bir özelliği daha var, onu anlatmadan önce Ruh'u anlatmam gerekiyor diye. İşte o, yukarıda eksik olan, insan doğasını karmakarışık hale getiren özelliği, Ruh'a ait ne varsa nefsin onu taklit edebilme yeteneği. Çıkarını fedakarlığıymış gibi gösterebilmesi; ilahlık isteğini mütevaziliğiymiş gibi gösterebilmesi; şehvetini, saplantılarını aşkmış gibi gösterebilmesi... İnsanın artık bu farkları anlayamayacak kadar körleşmesi. Ve en sonunda yaptığı kötülüklere, günahlarına dahi dini(kutsal) çıkarımlarda bulunmaya başlaması. Günahkarlıktan sapıklığa geçiş...

Günahkar olma ile sapık olma arasında fark nedir? Sapıklık günahkarlığın özel bir durumudur. Sapıklık, günaha girerken kendine dini(kutsal) çıkarım yaparak seni uyarabilecek hiçbir şeyi bırakmamandır. Tabiri caizse meleğin ve vicdanının(fıtratının) ağzını kapamandır. Yani girilen günahın büyüklüğü ile alakalı değildir sapıklık. Girdiğin en küçük günahta bile sapık olma ihtimali vardır.

Dindarlık ise müslüman olmayı başardıktan sonra kıymetlidir. Müslüman olmadan dindar olmak, günümüz toplumunda, aslında insanlık tarihinde çokça görülen ve görülmeye devam eden bir durumdur. Müslüman olmadan dindar olmak yani tefekkür etmeden, ilimle uğraşmadan dindar olmak da zaten nefsin kolaycılığının yansımasıdır.

İman dışında, şemadaki bütün ifadeleri açıkladık; iman en sona. Şimdi bir örnekle devam edelim.

Nefsin Ruh'u taklit etmesi veya başka bir ifade ile dünyevi kavramları uhrevi konularmış gibi aktarmasına en güzel örnek tasavvuf kitaplarıdır. Hayatı boyunca tasavvuf kitapları okumuş ve istifade ettiği konular da olan bir insan olarak şunu söyleyebilirim, bu külliyatının büyük çoğunluğunun altında göreceğiniz tek şey güç gösterisi ve makamlardır. Sözde dünyevi makamları reddetmiş olacağız derken, bin bir çeşit sözde uhrevi, gerçekte dünyevi makamlar uydurulmuş tarih içinde. Yani insanın makam sevgisi ve kolaycılığına aceleciliği de eklenmiş, daha hazır olunmadan kahramanlığa soyunulmuş ve sonucunda bir taraftan sıkayım derken öteki taraftan patlamış; dünyevi makamları reddetmiş olmanın bile, dünyevi bir makam, saygınlık aracı olduğunu bilinçaltı muhasebelerinde anlayıp, yine makamlardan vazgeçememişler. Başından beri söylediğim gibi, işin kötü yanı o ya, o makamları bir de, uhrevi makamlar yani "dini" bir şey zannetmişler. Zannettirmişler. Çoğunluğu kurgudan ibaret olan kıssalarda, her zaman galip gelen, keramet(olağanüstülük) gösteren, hep hazır cevap kahramanlar oluşturulmuş. Yani farkında olmadan uzaklaştıklarını iddia ettikleri nefslerinden, uzaklaşamamışlar üstüne nefsin en büyük zevki olan "saygı duyulmayı", "hayran olunmayı" bu işin merkezine oturtmuşlar. Bugün de dünyada, tasavvuf iddiasındaki tarikatlarda yaşananlar çoğunlukla bundan ibarettir. Bu hikayeleri okuyup o hikayelerdeki hayal kahramanlarının görünüşlerini taklit eden, ettiği için de saygı gören ve göreceğinin de farkında kimi nefsi emmareler.

Makamlardan başları dönenler sadece tasavvuf kitapları yazan kimi insanlar mı! "Halk kahramanı" olmaya kalkmış, galeyancı, insanların başını belaya sokmaktan başka hiçbir işe yaramayan avamların sayısı da hiç az değil. Sözün özü kendine ne derse desin, ister müslüman ister değil avam hep aynı avam.

Hala daha konu başlığını cevaplamadık. Nedir İslam? Neden Hak dindir? İmanlı olmak, Hak dinin bir parçası, müslüman olmak nedir?

İslamiyet hak dindir çünkü bize aklımızı kullanmamızı emreder, mantığını kurabil ki iman etmiş sayılasın der. -Akıl sadece mantık ile çalıştığı için- meselelerin mantığını çözebilmek için ilmin üzerimize farz olduğunu söyler. Her çeşit ilim... İmanın ilim ve tefekkür sonucu hayrete düşürecek yaratıcı için olmasını; çıkar hesabı üzerine kurulu olanın zaten hak iman yani aşk olamayacağını söyler. İşin kolayına kaçmaya kalkma, gayb avcılığı yapma der... Sana dünya hayatı vaat edilmiyor; aceleci olma, dünyevi sonuçlar çıkarma ve bekleme der. Allah'ın lütfundan iste der, dünya için yani kıskançlığından dolayı değil. Adil ol, haksızlık yapma der. İhtiyacın kadarını al, gerisini feda et. Bunu yap ki dünyevi arzuların yok olsun, cesur olabilesin... Dünya hayatının geçiciliğini vurgular; lafzen onun zevklerine önem verme ki, kendini feda edebilesin der. Önce zamanını feda et, ilimle tefekkürle geçir, ürettiğin ne varsa insanların yararı için yap, varsa maddi durumun onu da feda et; masumun, ihtiyaç sahibinin adaleti için mücadele et ve gerektiğinde zaten canını da feda edeceksin der... Bu imtihan dünyasında her konuda, önce kendi hayatında adaletli olmak, adaleti sağlamak senin görevin der. Bunun yolu ise dünyevi zevklerden vazgeçip Ruh'unla hareket etmende yatar der... Kısacası yukarıdaki şemayı anlatır bize; bunları tefekkür etmemizi ve mantığını çözmemizi. İşte o mantığı çözebilmek de iman etmek oluyor. Delilleri fark edebilmek, fark edebilecek seviyeye gelmek yani adı konulmuş hali ile tahkiki iman... Tahkiki iman, ancak ilim ve tefekkürle mümkün olan delillerle kuvvetlendirilmiş imandır denmiş; geriye kalan ise sadece çevreden görerek elde edilmiş -kurtuluşu çok zayıf- taklidi iman. Marifetullah'dan bahsetmiş İslam alimleri, Allah'ı bilmekten; imanden bilmeğe geçişten... Mantığını kurdukça, ilmini artırıp, hayran oldukça Allah'ı bilmeye yaklaşırsın adım adım elbet; ama her zaman bir şeyler eksiktir. Çünkü Allah'ın zatını göremiyorsun. Onun da mantığını kurarsın, dersin ki zaten görürsem o zaman Allah da dünyevi olur, o zaman Allah olmaz. Yine kaldığın yerden devam edersin, doğru bir şekilde iman etmeye. Ölene kadar inşallah...

Müslümanın Olmanın Tanımı:

Bu yazıyı ilk yayımladığım zaman(19.02.2013) müslüman olmanın tanımını "Hayatta, elde ettiği şeyleri hak etmediğine inanan insan" olarak yapmıştım. Yanlış mı? Doğru. Ama bu bir alt tanım. Bunun bir üstünde asıl kaynağı belirten bir ifade var. Ana tanımı o şekilde yapıp alt tanımları akabinden ekleyelim.

Bir insan Allah'a inanarak müslüman olamaz. Müşriklerde inançlıymış. Bir insan ibadet ederek de müslüman olamaz, müşrikler de dindarmış.

Bir insan peygamber kavramına inanarak da müslüman olamaz. Her dinin hatta müşriklerin de kabul ettikleri peygamberler varmış. Zaten peygambere iman, diğer iman kavramlarından çok farklı bir kulvardadır çünkü iman edilmesi istenen diğer kavramlar görülemeyen şeyler iken, peygamber o zaman o ayetlerin birinci dereceden muhataplarının gördüğü bir insandı. Dolayısıyla burada iman edilmesi istenen şey "peygamberin varlığı" değil, hakkı söylemiş olduğudur yani bir "dine" imandır. Fakat bu durum zaten müslüman olunan an ile birebir yaşanan bir iman olduğu için, "peygambere imanı" da müslüman olmanın tanımı içine alamayız. Bir daha ifade edeyim: Herhangi bir dine tabi olan herkes bir peygamber yada önder kabul etmiştir zaten. Bu dine iman ile birebir eş değerdir. İslam için konuşursak, bir insanın peygambere inanmadan müslüman olması yada müslüman olmadan peygambere iman etmesi gibi bir durumdan bahsedemeyiz. Ama bu durum zaten bütün dinlerin yada öğretilerin ortak vasfıdır zaten. Bir dini kabul etmişsen, onun peygamberini de zaten kabul etmişsindir. Ayetlerde geçen Allah'a ve peygamberine iman edinden kasıt elbette peygamberin getirdiğine iman edindir. Peki peygamberin getirdiğinde ne vardı ki, müslümanı diğerlerinden ayırt ediyordu?

Müşrikler de Allah'a inanıyorsa, onlar da ibadet ediyorsa, her dinin mensubunun iman ettiği bir peygamberi yada daha genel ifade ile önderi varsa; müslüman olabilmenin anahtar noktası neydi?

"Ahiret gününe iman"

Müslüman: Ahiret gününe iman etmiş kimsedir.

Bir insanın bir yaratıcıya yönelmesi, hatta inancını kişinin dünyadaki isteklerini yerine getiren bir güç halinde yaşaması çok sık rastlanan bir durumdur ve dünyevi çıkarları ile değil çatışmak, bunu destekleyen bir durum olması onu inanca sevk edebilir, ki çoğunluğun yaşadığı durum budur. İbadet etmesi hatta görünürde fedakarlık yapıyormuş gibi gözükmesi de bu çıkar hesabından kaynaklanır. Çıkarını fedakarlığı gibi göstermesi. Bir nevi dünyevi isteklerini yerine getirene borç ödemek gibi. Onun için bir insan ibadet ederek de müslüman olamaz.

Her şeyin başlangıcı "ahiret gününe iman"dan geçer. Bu çok zordur işte. Onun için hayatta çok dindar, çok inançlıymış gibi gözüken insanları, hayatın gerçekleri ile baş başa kaldığında ne ağzına, ne gelirine, ne de başka yerlerine hakim olabildiklerine şahit oluyoruz. Ahiret gününe iman edemediği için.

Bir insan ahiret gününe iman edebilmişse, elde ettiği şeyleri hak etmediğine inanabiliyor demektir..

Bir insan ahiret gününe iman edebilmişse, fedakarlık yapabiliyor demektir.

Bir insan ahiret gününe iman edebilmişse müslüman olabilmiş demektir.

Tam tersten söylersek, bir insan elde ettiği şeyleri hak etmediğine inanıyorsa ahiret gününe inanabilmiş demektir; fedakarlık yapabiliyorsa, ahiret gününe inanabilmiş demektir.

Yani bunların hepsi birbirine eşittir. Biri var diğer yok diye bir şey olmaz.

Bir insan Allah'ın varlığına iman ederek inançlı olur, ahirete iman ederek müslüman olur.

Onun için Kur'an-ı Kerim'de sayısız ayette, "Allah'a ve ahiret gününe iman" diyerek ahirete iman, Allah'a iman ile yanyana zikredilmektedir.

Eğer başarmışsa ahirete imanı, dünyevi korkular biter, fedakarlık yapabilmeye başlar ki bu da müslüman olabildiğin gösterir.

Müslüman olmanın bir çok alt tanımından öne çıkan, aslında diğer tanımlardaki hallerin de tetikleyicisi olan tanımı budur: Ahirete iman. Hesap vereceğinin farkında olmak, yani sorumluluğun bilincinde olmak... 


Not: Bu yazı 2007 yılında yayınladığım, 4 yazılık "Müslüman olmak Nedir? Ne Değildir?" serisinin derlenmiş, düzenlenmiş halidir.

6 Şubat 2013 Çarşamba

İslam Ümmetçiliğinin Temelleri - 3: Ulus - Devlet

Ulus nedir? Ulus Devlet nedir? Tarihi süreçte nasıl şekillenmiştir? Hangi sorunları çözmüş; hangi ihtiyaçlara cevap olmuştur? Bir adım ileriye nasıl götürebiliriz?...

Yıllar evvel, bu sitedeki diğer yazılardan daha önce yazmış olmam gereken, yukarıdaki soruların cevaplarını tartışan ulus devlet konusunun incelemesine -gecikerek de olsa- başlayalım.

Bir ulus-devleti belirleyen 3 temel faktör vardır:
1. Resmi ve eğitim dili
2. Yazılı anayasa ve diğer yasaları
3. Yazılı yasalarının bağlayıcı olduğu, uluslararası antlaşmalarla kabul görmüş sınırları

Tarihsel süreçte bu noktaya nasıl gelindiğini anlayabilmek için; önce tarihten ulus devletin emarelerinin kısmen görüldüğü bir devlet seçelim, ve inceleyelim; bu Osmanlı Devleti olsun;  ve kıyas etmek için ulus devletin bütün emarelerinin görüldüğü başka bir devlet seçelim ve inceleyelim; bu da Türkiye Cumhuriyeti Devleti olsun.

Yukarıdaki üç özelliği sağlayabilmesi açısından Osmanlı kısmen ulus devlet idi.
- Resmi bir dili vardı: Osmanlı Türkçesi.
- Anayasası 1876'a kadar yoktu. 1876'da Kânûn-i Esâsî ile ilk anayasasına kavuştu.
- Uluslararası antlaşmalarla belirlenmiş sınırları var mıydı konusu ise muallakta. Çünkü o yıllarda hiçbir devletin tel örgüler ve mayınlarla çevrilmiş sınırları olmadığından, belirlenmiş olsa da sınırların çok da bir bağlayıcılığı yoktu.

Türkiye Cumhuriyeti ise tam anlamıyla ulus devlettir.
- Resmi bir dili vardır: Türkçe.
- Tüm yasaları yazılı olarak ifade edilmiş ve yürürlüğe konmuştur.
- Yazılı yasalarının uygulandığı ve bağlayıcı olduğu uluslararası antlaşmalarla belirlenmiş sınırları vardır.

Her ulus devletin sahip olduğu, uluslararası antlaşmalarla belirlenmiş sınırlarının içinde yaşayan farklı kökenlerden insanlar nasıl vasıflandırılacak sorununa ulus devletler vatandaşlık kavramı ile çözüm bulmuşlardır. Tanımını da -örneğin Türkiye- şu şekilde yapmıştır: "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür"(Madde-66). Daha doğrusu Türk vatandaşıdır. Yani kendini köken olarak nasıl ifade ettiğinin ulus devlet için bir önemi yoktur. Herkesin hak ve ödevleri anayasal güvence altına alınmıştır vatandaşlık bağı ile. Bu bağ yani vatandaşlık, hukuki bir tanımdır ve köken tanımlarının bir üst katmanıdır. Bu noktada -yine Türkiye için söyleyelim- Türk olmak(yani kendini Türk olarak ifade etmek ile) ile Türk vatandaşı olmak birbirinden farklı kavramlardır. Yani vatandaşların kökenleri alt katmanda, -doğuştan yada sonradan- aldıkları vatandaşlık ünvanları ise üst katmandadır ve yasal dayanağı vardır. Çünkü insanların kendilerini köken olarak nasıl ifade ettiğinin hiçbir delili olmadığı için resmi bir değeri de olamaz. Ulus devletin yani yazılı hukukunun çalıştığı katmanda var olan şey köken değil ulus ve vatandaşlık kavramlarıdır.

(Tam burada duralım ve isimlendirilmelerine göre ulus devletlerin iki çeşit olduğunu söyleyip tanımlarını yaptıktan sonra kaldığımız yerden devam edelim.)

Ulus-devletler isimlendirilmelerine göre ikiye ayrılır.

1-) Kavim(etnisite, köken) tabanlı isimlendirilmemiş ulus-devletler
2-) Kavim(etnisite, köken) tabanlı isimlendirilmiş ulus-devletler

Birinci tipe örnek olarak Amerika Birleşik Devletlerini verebiliriz. Amerika'da kökenin(etnisiten) ne olursa olsun kendini nasıl ifade ediyorsan et herkes Amerikan vatandaşıdır. (ABD Anayasasının 14. madde). Ve vatandaşlık bağı ile devlete bağlıdır. Bu bağ hukuki bir tanımlamadır yani vatandaşın devlete karşı görevleri, devletin de vatandaşa karşı görevlerini temsil eder -aynı tüm diğer ulus devletler gibi-. Senin Türk kökenli yada İspanyol kökenli olduğunu söylemen seni bağlar; resmi hiçbir değeri yoktur. Olmasına gerektirecek bir durum da yoktur. Ayrıca resmi bir dili vardır ve yazılı yasalarının geçerli olduğu uluslararası antlaşmalarla kabul görmüş sınırları bulunmaktadır. Bu iki durum da ayrım gözetmeksizin tüm ulus devletler için geçerlidir. O zaman bu tipin, ikinci tip olan kavim tabanlı isimlendirilmiş ulus devletten ne farkı var? İkinci tip ulus devletten tek farkı, kurucu unsur bulundurmadığından isimlendirilmesinde de herhangi bir kavim ismi kullanılmamıştır.

İkinci tip isimlendirmeye sahip ulus devletlere de Almanya, Türkiye, Fransa'yı örnek verebiliriz. Birinci tip için yazılanların hepsi bu ikinci tip için de geçerlidir. Farklı olduğu nokta, bu tip ulus devletlerin kurucu unsurları olduğu için isimlendirmesinde kavim isimleri referans alınmıştır. Bu sadece isimlendirmeden ibarettir. -örneğin- Fransız ulus devleti için vatandaşlarından kendilerini kurucu unsurdan yada farklı bir etnik unsurdan ifade etmesi hiçbir şeyi değiştirmez. Yani Fransız olmak ile Fransız ulusundan olmak birbirinden farklı kavramlardır. Bu durum yani kendilerini köken olarak nasıl ifade ederlerse etsinler, tüm vatandaşlarının hak ve ödevlerinin ulus kavramı üzerinden anayasal güvence altına alınması tüm ulus ve ulus devletler için geçerlidir. Fransız vatandaşlığını almış bir Türk kökenli birisi Fransız ulusunun bir parçası olur. Yani her ne kadar ismi, bir kurucu unsur yani bir kavim ismi ile ifade ediliyor olsa da, bu tip ulus devletlerde de kurucu unsurdan olduğunu söylemek de hiçbir avantaj sağlamaz. (Ki zaten kuranların bizzat kendileri şu anda hayatta da değiller. Sen sadece onlarla aynı kökenden olduğunu beyan ediyorsun.) Bu şekilde ulus devletler ister kavim tabanlı isimli ister değil, kendilerine belirlenmiş sınırlar içinde bulunan farklı etnik unsurlardan insanlar arasında eşitlik problemini çözmüş olur.

Yani ulus kavramı, önemli bir ihtiyacı gidermek için düşünülmüş hukuki bir düzenlemeden ibarettir. Üzerine savaşlar çıkartılacak ve düşmanlık beslenecek bir şey değildir. İslam ümmetçiliği insanlara bunu anlatmalı ve ulus kavramını bir adım ileriye götürebilmelidir.

Yukarıda, ulus devleti belirleyen 3 parametreden bahsettik: resmi ve eğitim dili, anayasası(vatandaşlık meselesi ile ilgili) ve sınırları.

İkinci sırada saydığımız, yazılı anayasa ile, doğuştan veya sonradan vatandaşlık hakkı almış her bireyin haklarının ulus kavramı altında hukuki güvenceye alındığını yukarıda anlattık. Şimdi ise önce dil sonra sınırlar meselelerini irdeleyelim.

Her tip ulus devletin ve hatta ulus devletlerden önce tarih sahnesinde boy gösteren tam olarak ulus devlet statüsünde değerlendirilemeyecek devletlerin dahi bir resmi ve eğitim dili vardır. Olmalıdır da. Çünkü resmi dilin belirlenmeyişi yada birden fazla oluşu devlet kurumlarının ve adaletin işleyişini ve tutarlılığını gereksiz yere bozacak ve altından kalkılamaz kargaşaya sürükleyecektir. Ayrıca eğitim için de birden fazla dil belirlemek liselere giriş sınavları, üniversiteye giriş sınavları, memuriyet sınavları, meslek sınavları, meslek içinde uzmanlık sınavlarında sıralama yapma imkanını ortadan kaldıracaktır, eğitimde birliği bozacak, bir dilde verilenin öteki dilde eşit kalitede verilememesi halinde ise-ki büyük ihtimalle vuku bulur- fırsat eşitliği sorununu çıkacak,  ayrımcılığı da körükleyecektir. Vatandaşlarına, güncel ihtiyaçlar dahilinde ülkeleri farklı dilleri öğretirler(örneğin Türkiye'de İngilizce, Almanca, Fransızca'nın öğretilmesi gibi), ama sınavların yapılacağı ana bir eğitim dili belirlemek zorundadır ulus devletler.

Yüzyıllardır tüm dünyada akademik yayınlar, teoriler, bilimsel teknik makaleler İngilizce yayınlandığı için, her ülke eğitimini kısmen İngilizce olarak vermektedir. Vatandaşlarının bu devasa ve alternatifi olmayan birikimden mahrum kalarak mağdur olmaması için ülkelerin aldığı tedbirdir bu. (Belki bunun neticesinde yüzyıllar içinde yavaş yavaş dillerin yok olması ile tüm dünya İngilizce'yi kullanmaya başlayacaktır ama şu an için böyle bir durum söz konusu değil) Ama sınavlarını kendi belirledikleri resmi dilleri ile yapmakta ve sıralamayı belirleyerek atamaları gerçekleştirmektedir ulus devletler. Yani eğitim dili olarak da kullanılan resmi tek dil ister ulus devlet ister değil tüm devletlerin kendi işleyişlerindeki tutarlılığın ve mekanizmanın bozulmaması için belirlediği zorunluluğudur. Vatandaşların kendilerini hangi dilde rahat hissedip konuştuğu ulus devletin belirleyeceği bir şey değildir zaten belirliyor da değildir. Çünkü, dediğimiz gibi ulus devletin çalıştığı katmanda zaten köken diye bir kavram yoktur.

Son olarak, üçüncü sırada saydığımız, yazılı yasalarının uygulandığı ve bağlayıcı olduğu uluslararası antlaşmalarla belirlenmiş sınırlar konusuna gelelim. Sınırların belirlendiği günden bugüne kadar her daim söylenen, hepimizin -belki de gerçekleştirilmeyeceğinden emin olmanın sağladığı rahatlık ile- hayatının bir döneminde mutlaka söylediği "sınırlar kaldırılsın" ifadesi çok ciddi güvenlik sorunlarını da beraberinde getirecektir. Çünkü şu anda dünyadaki eğitim, refah ve ahlak seviyesi homojen değildir. Sınırların kalkması meselesi şu anda gerçekliğe bürünecek olsa inanın bunu dillendirenler ertesi gün "yok tamam istemiyoruz" diyeceklerdir. Bu konuyu daha da detaylandırmaya gerek yok. Sınırların olması ve her devletin ve devletlerin güvenlik güçlerinin sorumluluk sahalarının belirlenmiş olması şu an için eldeki en iyi çözümdür.

Ulus devletlerin yapısı, nasıl şekillendiği hangi ihtiyaçlara cevap verdiğinin kısaca izahatı böyleydi.

Peki bizler ne yapabiliriz? Ulus devletin bir adım ilerisinde ne olabilir?

Öncelikle yapılması gereken, insanlara ulus kavramının adaleti sağlamak için çıkmış hukuki bir ifade olduğunu yani -örneğin- daha öncede cevaplandırdığımız "Neye göre Türk'sün?" sorunun cevabının, şahsi tabanda, konuşulan dile göre; ulus devlet tabanında ise sadece hukuki bir durumun ismi yani vatandaşlık sözleşmesine(hak ve ödevlerine) göre olduğunu izah etmek. Yani bu kavram için savaşılmayacağını, dünyada çıkmış savaşların çoğunlukla enerji kaynaklarının bol bulunduğu yerlerde rant kavgaları şeklinde cereyan ettiğini ama bunları insanlara sanki ulus tabanında insanların birbirlerine düşmanlıklarından kaynaklı yapıldığının propagandasının kabul ettirilmeye çalışıldığının gösterilmesini sağlamak.

Bir adım ilerisinde ise şöyle olabilir. Yeni Dünya Düzeni yazısında insanların üniversite eğitim olarak icra edilen sürece artık çok da ihtiyacı olmadığını bu konuda yapılacak düzenleme ile Lisans Seviye Belirleme Sınavı dediğimiz mesleki sınavların sonuçları ile adil bir şekilde atamaların gerçekleştirilebileceğini yazmıştık. Ve insanların sadece bir mesleğe mahkum olmadıklarını da bu sistem sayesinde zaman içinde farklı farklı meslek gruplarının sınavlarına girerek atamalarını gerçekleştirebileceğini yazmıştık. Bu sınavın her ülkede yapıldığını varsayarak; bunu bir adım öteye götürebilir yani insanların sadece tek bir mesleğe mecbur olmadığı gibi tek bir ülkeye de mecbur olmadıklarını ve  tüm devletlerde yapılacak Lisans Seviye Belirleme sınavlarına giriş için illaki o ülke vatandaşlığı şartı aranmadığı, başvurduğu ülkelerin anadilini konuşmayı bilenlerin o ülkelere başvurabilecekleri ve atanabilecekleri puanı almayı becerebilmişler ise o ülkenin vatandaşlığına işi hazır bir şekilde geçebileceği sistemi gerçekleştirebiliriz bu sayede. Örneğin Almanya'da maliye ile ilgili mesleğin var. Hem mesleğini değiştirmek istiyorsun hem de biraz daha sıcak memleketlerde yaşamak istiyorsun. İtalyanca öğrenip, İtalya'da yapılan Lisans Seviye Belirleme Sınavının örneğin elektronik bölümüne girsen ve ataman İtalya'da yapılsa ve böylece insanların hem mesleklerini seçme ve değiştirme aynı zamanda yaşayacakları ulus devletleri de seçme ve değiştirme hakları olsa dünya vatandaşlığı için önemli bir adım atılmış olur. Üstelik, bunların bir sonucu olarak insanların gözlerinde ulus kavramının sadece hukuki bir tanımlama olduğu gerçeği sağlıklı bir şekilde yerine oturacak; hem kendilerini hem de etraflarındaki insanları düşünce dünyaları ve seçtikleri hayat tarzları ile yani olması gerektiği gibi ifade etmeye başlayacaklar. İslam Ümmetçiliğinin Temelleri serisin ilk yazısında anlatmaya çalıştığımız gibi...

Önce kavim devletler vardı. Kimi ülkelerde isimleri kalmış olsa da kavim devletler ulus devletlere ve vatandaşlığa evrildi. Şimdi de sıra dünya vatandaşlığında. Ulus devletler nasıl ki (kurucu unsur dahi olsa) etnik kimlikleri dikkate almadan, hukuki bir tanım olan vatandaşlık ünvanı ile herkesin haklarını anayasal güvence altına alıyor ise, yukarıda anlattığım husus da ulus devlet vatandaşlığından dünya vatandaşlığına geçişin nasıl olacağına dair bir mekanizma sunuyor.