7 Ağustos 2011 Pazar

İftira Çetesi ve Korku Sanrıları

Biraz avam bir örnek olacak ama mesela bir futbol takımını tutuyorsun, A takımı diyelim ve karşı takıma(buna da B diyelim) zarar vermek istiyorsun. Ne yapabilirsin? Tezahürat, gürültü, küfür... İstediğiniz sonucu almanız zor gibi. Bu konuda çok hızlı cevap alacak içeriden çökertecek çok sağlam bir taktik var. Karşı takımdanmış gibi yapıp güvenlerini kazanıp moral bozmak.

- Ben de B takımını tutuyorum ama bizim takım çok kötü, çok ahlaksız, çok başarısız...

Bu taktiği bir iftira çetesi 28 Şubat sürecinde Erbakan için kullandı. Kendim defalarca şahidim, Erbakan'dan hiç teşvik alamayan medyanın pireyi deve yapmasına nasıl arka çıktıklarına, televizyondan değil, halkın arasında konuşarak, birebir.

- "Biz de Müslümanız ama Erbakan...." inanın noktalı yerleri yazmak istemiyorum.

- Biz de Erbakan'a oy verdik ama kandırıldık
- Ne konuda?
- Kandırıldık işte,
- Yahu ne konuda

Hepsi ağız birliği etmişçesine tek bir üslupla konuşuyordu.

Yaptıklarına, söylediklerine kendim bizzat tanık olduğum aynı kişiler ama bizzat aynıları 3-4 yıldır aynı taktiği Silahlı Kuvvetler için kullanıyorlar. Sokakta, kahvede, arkadaş meclislerinde... Üstelik teröre karşı işini gayet başarı ile yapan ve bu uğurda canlar veren bir kuruma yapmaya çalışıyorlar.

Bu durum 3-4 sene önce gibi başladı, önce "darbecilik" kavramı üzerine yoğunlaşmış söylemler... Canlarının yanmadığından emin olduklarını görünce bir adım öteye taşındı ve bir anda askerlik anıları gözlerinde canlanıverdi. Ne olumsuz laflar, bin bir çeşit abartı ile süslenmiş olumsuz hikâyeler.

28 Şubat süresince Erbakan için söylenen lafların hedefi artık TSK olmuştu

- Biz de askerlik yaptık ama....
- Biz de bu vatanın iyiliğini istiyoruz ama....

Hep aynı taktik, sendenmiş gibi görünüp olumsuz şeyler söyle, düşmanlarını "hakkı teslim etmiş numarası" ile övmeye kalk.

Bu işin bir boyutu…

Bir başka boyutu ise zerre ilkelerinin olmaması, lider bellediklerinden biri bir konuda -örneğin-

"Nato bizim müttefikimizdir. Onlarla birlikte hareket edeceğiz" dese

- Çok akıllıca. Günün şartlarında alınmış çok önemli karar. Dünya entegrasyonu  vs. derler

"Nato'yu kabul etmiyoruz. Onlarla birlikte hareket etmeyeceğiz" dese

- Korkusuz kahraman biri, Dünyaya meydan okuyor vs. derler.

Gene aynı adamların şizofrenik sanrıları ile gündem meşgul edilmeye çalışılıyor yıllardır. Onlara planlar kuruluyormuş, tuzaklar yapılıyormuş. 3-4 senedir ne olsa, ne duyulsa çocuk zekâsına hitap edecek basitlikte uyduruk uyduruk "bağlantılarla" kendileri ile bağlantılı olduğunu ve kendilerine karşı yapılacak bir saldırı olacağını söylüyorlardı. Unuttukları bir kural vardı o da yalan üzerine kurulan her şey yıkılmaya mahkûmdur. Tabi ki de en baştan düzmece olduğu herkes tarafından bilinen, ortalığı velveleye verdikleri şeylerin aslında kendi adamların kurdukları komplolar olduğu açık açık ispatlanmaya başlandı.

- Sendenmiş gibi görünüp, içten yıkmaya çalışmak
- Çıkarlarına ne uygunsa onu gayet süslü püslü laflarla savunmaya çalışmak
- Kendilerine karşı devamlı olarak tuzak kurulduğunu sanıp, olayların kendileri ile bağlantısının olduğunu sanmak

ve bunca zamandır Müslümanların bin bir çeşit vebale ortak edilmesi. Nerden ne hale geliniyor. Allah Korusun.

MÜNAFİKUN 4. Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onların canlarını alsın. Nasıl bu hale geliyorlar?

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Kimlik Bunalımı: Kalem - 13

(...)James Robson hakkında endişelerim yok. O çocuğu zaten pek umursamazdım. Onun aramızda bulunması gerçek inançtan ziyade kimlik bunalımından dolayı.(...)
OZ, Sezon 5 Bölüm 7
diyordu Schillenger'in üstadı, Robson'ın özel bir durumunu sorduğunda. Tabi üstadı gerçek inancın ne olduğunu, savunduğu şeyleri neye dayandırarak savunduğunu da izah etmesi gerekiyordu. Elde hiçbir genetik delil olmadan nasıl oluyordu da ırkçılık(siyah-beyaz) yapıyordu da kendisini unutup başkasını kimlik bunalımı ile itham ediyordu.

OZ dizisi için şahsi kanaatim şudur ki uzak ara dünya tarihinin bir numaralı yapımıdır. Dizideki diyaloglar, karakterler öyle sağlam seçilmiş ki, inanın izlerken insanı çok sağlam tefekküre sürüklüyor -aynı yukarıda yaptığım gibi-.

Dizi boyunca insanların devamlı olarak harcandığına, uyanıkların harcamak için ne numaralar yaptığına şahit oluyorsun. Kendi başına ayakta duramayan, birey olamayan, bir oraya bir buraya savrulan insanların yalnızlıktan korktuklarından dolayı nasıl çeşitli çıkar grupların oyuncağı olduğunu görüyorsun. Üstelik gördüğün şey ne kadar gerçekçi olsa da sonuç itibari ile televizyon dizisi olduğu için biraz da makyajlı sunuluyor. Gerçek hayattakinin daha avam daha mide bulandırıcı olduğunu bilmek ziyadesi ile üzüyor mütefekkirleri.

Gelin bu kimlik bunalımının zararlarını yaşadığım coğrafyada şahit olduğumuz bir mesele ile açıklayalım.

PKK adı altında uyuşturucu kaçakçısı bir çete uzun zamandır Anadolu'nun doğusunda faaliyet halinde ve uzun yıllardır yapılan mücadele sonucunda kimi zaman çok azaltılsa da bir türlü bitirilemiyor.

Neden?

Askeri zaaf mı?
Hayır alakası bile yok.

Pkk mensuplarının iyi "savaşçı"(!) olması mı?
Tabi ki hayır. Ayrıca ortada savaş yok ki savaşçısı olsun. Dünya üzerinde, sıfırı tüketmiş her silahlı grup gibi onlar da serseri mayın gibi vurup kaçmaya çalışıyor. Bir de değerli göstermek için buna isim koymuşlar. Gerilla mı ne diyorlarmış. Bu gerilla saldırısı denilen şey hiçbir hedefi kalmamış, daha doğrusu zaten hiç bir zaman müspet bir hedefi olmamış, silahlı grupların sadece karşı tarafa sorun çıkarmak, yandaşlarına ise sanki iş yapıyormuş gibi gözükmek için eli mahkum yaptıkları faaliyettir.

Neden eli mahkum neden yapmak zorunda sorusunun cevabı orada terörün neden hiç bitmeyeceği sorusunun da cevabı:

Çünkü kaçakçılık ve uyuşturucudan büyük rant elde ediyorlar ve bu kolay parayı başkasına kaptırmak istemiyorlar. O rantı yok etmeden o bölgede PKK'yı bitirsen, ZKK diye yeni bir tanesi anında türer.

Şu çok önemli ki bu tip avam grupların çıkardığı bu tip bir meselede yapılacak en büyük hata haydutların, haydutluklarını gizlemek için attıkları sloganlara itibar etmeye kalkmaktır ki, daha önceki iktidar dönemlerinde "bir avuç çapulcu" denilerek son derece isabetli bir sıfat ile anılan bu meselede yapılabilecek en büyük hatayı yapmıştır mevcut iktidar.

Evet düşülen hatanın neticesinde kısa yoldan para kazanma telaşındaki kaçakçıların şarlatanlıkları ile muhatap olunuyor bu günlerde. Ne büyük zulüm! Sanki sıradan adi suçlu değillermiş gibi hareket etme fırsatı veriyorsun ki avamın da ihtiyaç duyduğu şey işte tam budur. Kendilerini değerli hissetmek ve bazı gerçeklerin üzerini örtmek için yaptıkları şarlatanlıklar televizyonlarda yayınlanır olmuş. Belki de günahlarını, suçlarını unuttular yada unutmaya mı çalışıyorlar tam emin değilim ama -tekrardan ifade edelim- burada en büyük hata, hayatta başarısız olduğunun farkında, yalnızlıktan korkan, bir yerlere ait olmaya çalışan avamın muhatap alınması.

Kimlik bunalımı yaşayan avam bazen sağda durur bazen solda durur; bir o tarafa vurur bir bu tarafa. Saygıya deli gibi muhtaçtır ki nedeni kendisine saygısının olmayışıdır. Aslında daha doğrusu saygı duyulacak hiçbir şeyinin olmadığının farkındadır. Birazcık ilgi ile, birazcık romantizm ile yaptıramayacağın şey yoktur.

Bu yazıda konu ettiğim meselenin iki kavram üzerinde geliştiğine şahit oluyoruz. Birincisi bazen sağa bazen sola vuran, kimlik bunalımı yaşayan, manipülasyona son derece açık avam ve bu avamın verdiği zararları gizlemek için yaptıkları şeyleri muhatap almak ile düşülen hata. Bu zamana has bir konuyu örnek vermem elbette bu meselenin bu zamana has olduğunu düşündürtmemeli, kimlik bunalımı yaşayan insanlar ve bunların verdikleri zararlar insanlık var olduğundan beri vardır ve insanlığın başlangıcından beri tekerrür eden bu mesele aynı diğerleri gibi Kuran'da bildirilmiştir. Kalem 13'te. Ne ilginçtir insanların kafasında soru işareti bıraktığını gördüğümüz bu ayet aslında yaşanılan acı gerçeklerin kaynağını ve ne yapılması gerektiğini bize anlatıyor. ( Kalem - 13 Ayeti ile ilgili okuduğunuz başka yorumlar yorum sahibini bağlar)

10. Ayrıca, (6) yemin edip duran alçağa uyma,

6 - Lafzen, "Ve". Arkasından sıralanan manevi/ahlaki zaaf türleri, tabii ki, sadece, "arzu ve özlemlerine" hiçbir şekilde aldırış edilmemesi gereken insan tipinin örnekleri olarak anılmışlardır.

11.[yahut] iğrenç dedikodular yapan iftiracıya,
12.[yahut] iyiliğe mani olana, [yahut] günahkar zorbaya,
13.[yahut] ihtiraslarına esir olmuş zalime, (7) ve bütün bunların ötesinde [hemcinslerine] hiçbir faydası dokunmayana. (8)

7 - Utul terimi -atele fiilinden türetilmiştir: "[bir kişiye veya bir şeye] kaba ve zalimce bir şekilde davrandı"- kendisinde hem zulüm hem de ihtiras özelliklerini birleştiren kişiyi tanımlar; bu sebeple ikili bir karşılık bulmayı tercih ettim.

8 - Müfessirler, zenîm terimine birbirinden çok farklı yorumlar getirmişlerdir. Zenemeh isminden türetilmiş olan zenîm terimi, keçinin kulaklarının altında sallanan yumruları veya her iki gerdanı gösterir. Bu gerdanlar fizyolojik bir fonksiyona sahip olmadıklarından zenîm terimi, "lüzumsuz kimse" [veya "şey"] anlamında kullanılır (Tâcu'l-Arûs): başka bir deyimle, âtıl veya faydasız şey. Bu nedenle, yukarıdaki bağlamda bu terimin sosyal anlamda tamamen faydasız bir kimseyi tanımladığını kabul etmek, mantıkî bir varsayım olur.

Kalem Süresi 10 - 11 - 12 - 13

Tefsirde ifade edildiği gibi ve bizim de bir örneğine bu zamanlarda, yüzlerce örneğine ise tarih içinde şahit olduğumuz zenimlik(kimlik bunalımı), soy ile ilgili bir ifade değil; toplumların içinde hiçbir şeye faydası dokunmayan; ilimle, kendisini meşgul edecek şeylerle uğraşmadığı için kimlik bunalımının pençesine düşmüş ve çeşitli adi suç şebekeleri tarafından oyuncak edilmiş insanlarla ilgili bir ifadedir.

Burada ne ilginçtir ki Cenab-ı Hak zenimi zikrederken, ona [lafzen] uyma yani [lafzen] onu muhatap alma dediği de görülmektedir. Çünkü muhatap almazsan yaptığı hatayı görür ve ebedi cehennemden kurtulma şansı yakalayabilir. Öbür türlü, muhatap alındığını gördükçe zenimliğine daha da yapışacaktır.

Tefekkür edilirse inşallah bu ayetin çelişki uyandıracak bir ayet değil, tam aksine dünyadaki bütün zulümlerin ana kaynağına işaret eden ve o kaynağı nasıl etkisiz hale getireceğini gösteren bir ayet olduğu anlaşılır. Tabi anahtar nokta: tefekkür etmek.


Not: Bu ve bundan önceki yazılarımda defalarca söylediğim "hayatta başarısız olma"yı, sadece ve sadece ilim ve tefekkürle meşgul olamamaya bağlamaktayım. Ne dünyevi sıfatlar ne mal mülk ne de alınan/alınamayan diplomalar bizim için başarının kıstası değildir. Bu konu yanlış anlaşılmasın.

15 Temmuz 2011 Cuma

İslam Ümmetçiliğinin Temelleri - 1

Modern dünyanın sosyopolitik yapısının, doğru ve tutarlı bir analizi ile, sorunlarına çözümler üretilen nasıl daha ileri götürülebileceğini izah eden davadır ümmetçilik. İlk 2006 yılında kullanmaya başladım "ümmetçilik" ismini. Bu isim adı altında yazdığım, sonrasında kaldırdığım ilk yazı denemelerimde yapmaya çalıştığım, tanıma uygun olarak, modern dünyanın sosyopolitik yapısını doğru bir şekilde tanımlayan yazılar yazmaktı. Şimdi, bu seri ile hem ümmetçiliğin ne olduğunu, hangi kaynakları nasıl delil getirdiğini, hem modern dünyanın analizini hem de buna nasıl bir alternatif sunulabileceğini işlemeye çalışalım.

- Türk müsün?
+ Evet
- Delilin ne?

Neye göre Türksün neye göre Arapsın? Neye dayanarak söylüyorsun? Delilin ne?

Sizler bu sorunun cevabını düşünürken ben 2 farklı meseleye değineyim.

Bu yazıyı yazdığım şu günlerde, Türkçe olimpiyatları adı altında, anadili Türkçe olmayan insanlara Türkçenin öğretildiğinin sergilendiği bir tören düzenlenildiği konuşuluyor. Bu faaliyetin şölen havasında, canlı yayınlarla yapıldığını göz önüne alırsak, bu işe müdahil olmuş insanların, Türkçe öğretmenin marifet olduğunu düşünüyor ve düşünmemizi de istiyor olduklarını varsayıyorum. Bu vitrin çalışmasının, "himmet gecelerinde" para toplayan ve verenlerin karşılıklı bir bilinçaltı muhasebesi olduğunu görmek çok zor değil.

"Burslu olarak" aldıkları çeşitli ülkelerin fakir insanlarına Türkçe öğretildiğini gördüğümde aklıma şu soru geldi yahu bir insan niye Türkçe öğrenmek istesin ki?

Ben İngilizce öğrenmek zorundaydım. Bunu çok istemiyordum ama zorundaydım. Niye? Çünkü akademik ve teknik yayınların tamamı İngilizce yazılıyor. Yani İngilizce olarak yayınlanmış ve yayınlanmaya devam eden devasa bir külliyat var. Yani gerek teknik ilim gerekse de iş için gerekli. Türkçe olimpiyatları diye reklamı yapılan ve takdir edilmeye beklenilen romantik söylemden gerçek hayata dönüldüğünde söylem sahipleri de "İngilizce yeterliliği olan eleman aranıyor" iş ilanı veriyor.

Yada Arapça hatta belki İbranice öğrenmek isterim çünkü Arapça ve İbranicede kutsal bir külliyat var. Yada tarihe meraklıysan Latince öğrenmek isteyebilirsin Eski Roma'da da ciddi bir uygarlık bulunuyor.

İyi de Türkçe'de ne var? Ne amacı olabilir bir insanın Türkçe öğrenmede? Türkçe bir yayın yok, çalışma yok. Hadi Osmanlı Uygarlığı desen, onun külliyatı da Osmanlıca. Okumaya, anlamaya imkan yok. İş imkanı desen, öyle uluslararası bir sektör zaten yok. Olamaz da zaten çünkü -dediğimiz gibi- uluslararası geçerliliği olan bir sektör için eşsiz akademik çalışma ve yayınlara ihtiyacın var. Onu da dünya üzerinde nerede olursan ol İngilizce yapıyorsun.

Bir de, öğretenlerin bahane olarak sunduğu "Türkiye'yi dünyaya tanıtma" yada "Türkiye'yi seven sayan insanlar yetiştirme" gibi sözlerine baksak, acayip bir durumla karşılaşıyoruz ki. O da bunu diyenin "Sen İngilizce'yi öğrenirken, İngilizlere karşı sevgi saygı mı besledin?" yada "Fransızlara karşı sevgi saygı beslememenin nedeni Fransızca bilmemek mi" Yada "Bir insan Türkçe öğrendi diye Türklere sevgi saygı besleyecek de, Yunanca öğrendiğinde de Yunanlara mı beslemeye başlayacak" sorularına ne cevap vereceği. Bir cevap verecek değil. En başta dediğimiz gibi mesele sadece yardım toplayanların "bakın faydalı işler yapıyoruz vitrinini göstermesi"...

(En başta sorduğum sorunun cevabını tefekküre devam edelim. Neye göre Türksün? Neye göre Yunansın? Elinde var mı bir genetik delil?)

Romantizm üzerine, avam davranışlar üzerine çok fazla yazı yazdım tekrardan tanımları ile uğraşmayacağım. Bunlara örnek olabilecek cinsten bir yapılanmanın ismi geçiyor yıllardır. Terör örgütü bile olmayı başaramamış uyuşturucu kaçakçısı bir örgüt, pkk.

Adi suçların bin bir türlüsünü işlemiş insanlardan müteşekkil; kaçakçılıktan, uyuşturucudan iyi para kazanılması neticesinde palazlanmış bir oluşum. Birazcık kurcalayınca, bağıra çağıra söyledikleri şeylerin sadece boşluğun gürültüsü olduğunu anlıyorsun. E tabi, utancı slogan atmadan bastıramazsın.

-Şaka gibi- Lider(!) diye ortaya sürdükleri şarlatanların yazdıkları şeyleri birazcık zorlayınca patır patır dökülüyor. Söyledikleri şeyler hiçbir soruna cevap olmuyor. Çünkü ortada sorun yok.

Kendilerinin bile söylerken inanmadığı kurgu sorunlar(?) yaratıp bunlara çözüm(?) bulan insan imajı çizmeye çalışmaları. Avamın ucuz kahramanlığı. Kurgu ideolojilerin kurgu sorunlara kurgu çözümler.

Okulda dersten, öğrenmekten kaçanlar, hiçbir halt olamadığını anlayınca dağa çıkıp uyuşturucu kaçakçılarının uşağı olmuş da bunu saklamak için "anadilde" eğitim istiyoruz gibisinde, bir şeylerin söyleminde bulundukları görüntüsü vermeye çalışıyorlarmış. Karşımdakine "Yok hayır istemiyorlar" deyince şaşırdı, "bir şeyi istemek başka şey istediğini söylemek başka şeydir" dedim, biraz kafası karıştı. Tüm dünyada eğitimin dili İngilizceyken bunların uyuşturucu kaçakçısı olduklarını gizlemek için uydurdukları kurgu isteklerin neyini, kim muhatap alıyor anlamıyorum. Avamın neyini kim muhatap alıyor yahu. Bu şarlatanların söylediklerini yazıp rezilliğini göstermek bile bizler için utanç verici. Diğer yazılarımıza hakaret etmek gibi.

Hayatta başarılı olamamış, eğitim seviyeleri son derece düşük vasıfsız insanların uyuşturucu tacirlerine uşak olması. Bu kadar. Ha tabi her uşak gibi onların da karınları sahipleri tarafından doyuruluyor. Onlar uyuşturucudan, haraçtan, hırsızlıktan paraları topluyorlar, sonra o paralar devasa silah şirketlerine yatırılıyor ve dinamo çalışıyor. Kapitalizmin dinamosu. Liberal dünyayı ayakta tutan romantik söylemlerle gaza getirilmiş soytarı sürüsü.

Şimdi ana konumuza geri dönelim.

Şimdi yeni bir soru. İnsanları nasıl kimliklendireceğiz?

İnsanı diğerlerinden ayıran belli başlı özellikler vardır. Cinsiyeti, rengi, ebeveyni, dili ve dini.

Bunlardan dört tanesinin ayrımcılığını yapmak haram fakat bir tanesi helal ve insan fıtratına uygun olandır. O da din ayrımcılığı. Din insanın seçtiği yoldur(sadece İlahi dinler anlamında söylemiyorum, ateizm bile bir dindir sözünden hareketle bunu söylüyorum) ve kendi sorumluluğundadır. İnsanları seçtiği yol ile itham ederiz ve ayrımcılığını yaparız.Fakat insanın kendine seçtiği yol değişken olabilir. Bir gün bir şeyin peşindeyken ertesi gün bırakabilir. Dolayısıyla din kimliklendirme için uygun değildir.(savaş hali hariç)

Cinsiyet'in genetik delili vardır ama sadece iki cins olduğu için belirleyici faktör olarak alamayız.

Rengin de genetik delil vardır ama bunu da belirleyici olarak alamayız.

Dilin genetik delili yoktur. Gene belirleyici olamaz.

Geriye tek bir şey kalıyor o da ana-baba ve ismi. Bu kimliklendirme doğru ve sağlıklı olandır.

Şimdi en baştaki soruya geri dönelim ve cevabını verelim.

- Neye göre İngilizsin? Delilin ne?
- Neye göre Fransızsın?
- Neye göre Türk'sün?

Cevap: Konuştuğum dile göre Türk'üm.
(...)Renkler ve diller Allah'ın ayetlerindendir(...)
Rum - 22
Renginiz ırkınızı diliniz kavminizi gösterir. Renk sabittir. Dil ise değişkendir.

Toparlayalım.

a. Renginiz(siyah, beyaz, kızıl) ırkınızdır, ayrımcılığı ırkçılıktır. Haramdır.

Delil:
Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır
- Veda Hutbesi -
b. Diliniz(Türk, İngiliz, Arap) kavminizdir. Diliniz değiştikçe kavminiz değişir. Şu anda Türk'sün, günlük hayatında İngilizce konuşmaya başlarsan İngiliz olursun. Ayrımcılığı kavmiyetçiliktir. Haramdır.
Not: Kavim kelimesi Kur'an'ı Kerim'de çok defalar geçmekte ve genel olarak herhangi bir ortak değeri paylaşan topluluk manasındadır. (Örneğin aynı cinsi paylaşan erkekler de bir kavim olarak nitelendirilmiştir). Ama biz burada, diğer ortak değerlerden daha belirgin olan, ayrımcılık yapmaya müsait olan "dil"i referans aldık.

Delil:
KASAS 15. Ve (Musa), halkının [şehirde olup bitenden] habersiz [evlerinde oturdukları bir gün] (13) şehre indi; ve biri kendi halkından, (14) ötekisi düşmanlarından olan iki adamın birbiriyle kavga ettiğini gördü. Kendi halkından olan kişi düşman tarafından olan kişiye karşı o'nu yardıma çağırdı; bunun üzerine Musa onu yumrukla devirip işini bitirdi. [Ama hemen sonra kendi kendine:] "Bu düpedüz Şeytan'ın işi!" dedi, "Doğrusu o [insanı] yoldan çıkaran apaçık bir düşmandır!" (15)

13 - Lafzen, "halkının (hiçbir şeyin) farkında olmadığı bir anda".

14 - Yani, İbranîler'den.

15 - "Şeytan'ın işi" ifadesiyle ilgili olarak bkz. 115:17 hk. 16. notun ilk yarısı. 16-17. ayetler göstermektedir ki, yukarıda anlatılan olayda Mısırlı değil, İsrailoğullarından olan adam suçludur (karş. sonraki not). Görünüşe bakılırsa Hz. Musa, olayda hangi tarafın haklı olduğunu anlamaya çalışmadan, kavmî insiyâkına kapılarak İsrailoğullarından olan adamın yardımına koşmuş; ama hemen sonra, sadece bir adam öldürdüğü için değil, fakat bunu kabilevî -ya da bugünkü deyimle- ırkî peşin hükümlerle yaptığı için ciddî bir suç işlemiş olduğunu fark etmiştir. Açıkça görülmektedir ki, Kur'an'ın Hz. Musa'nın kıssasının bu bölümünde asıl işaret etmek istediği husus budur. Bu konudaki Kur'ânî anlayışa Hz. Peygamber tarafından da her fırsatta dikkat çekilmiştir; o'ndan bu konuda rivayet edilen meşhur Hadisler'den biri şöyledir: "Kabilevî asabiyetle ortaya atılan kişi bizden değildir; kabilevî asabiyet yüzünden kavgaya giren bizden değildir; kabilevî asabiyet yüzünden ölen bizden değildir" (Cubeyr b. Mutim'den rivayetle Ebû Dâvûd). Kendisinden "kabilevî asabiyet"in ne olduğu konusunu açıklaması istendiğinde, Hz. Peygamber, "haksız oldukları bir konuda insanın kendi halkına/kabilesine arka çıkmasıdır" demiştir (a.g.e. Vâsile b. Eskaya dayanarak).
c. Ebeveyniniz soyunuzdur, ayrımcılığı soyculuktur. Haramdır.

Delil:
BAKARA 124. Ve [şunu hatırlayın:] Rabbi, İbrahim'i buyrukları ile sınadığında ve İbrahim de bunları yerine getirdiğinde (100) ona "Seni insanlara önder yapacağım!" demişti. İbrahim de sormuştu: "Benim neslimden de mi [önderler çıkaracaksın]?" [Allah] cevap vermişti: "Benim ahdim zalimleri kapsamaz."(101)

100 - Klasik müfessirler, bu buyrukların (kelimât, lafzî anlamı "kelimeler") neler oldukları konusunda birçok spekülasyona başvurmuşlardır. Ancak Kur'an onları belirlemediği için, burada kasdedilenin, sadece Hz. İbrahim'in Allah'tan aldığı her buyruğa tam bir teslimiyet içinde uyması olduğunu kabul etmek zorundayız.

101 - Bu pasaj, önceki iki ayet ile bağlantılı olarak okunduğunda, Allah tarafından "insanların önderi" kılınan Hz. İbrahim'in soyundan gelmeleri sebebiyle "Allah'ın seçilmiş halkı" olduklarına inanan İsrailoğulları'nın bu iddiasını reddeder. Kur'an, Hz. İbrahim'in yüce konumunun, fiziksel olarak o'nun soyundan gelenlere ve hele onların içindeki günahkarlara kendiliğinden benzer bir konum kazandırmayacağını açıklığa kavuşturur.

HUCURAT 13. Ey insanlar! Bakın, Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık, (15) ve sizi kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. (16) Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, O'na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.

15 - Yani, "her birinizi bir anne ve babadan yarattık" (Zemahşerî, Râzî, Beydâvî) -biyolojik orijindeki bu eşitliğin bütün insanlar için geçerli olan insan onurundaki eşitliğe yansıdığına işaret.

16 - Yani, hepinizin birbiriniz üzerinde hiçbir kalıtımsal üstünlüğe sahip olmadan tek bir insanlık ailesine mensup olduğunuzu bilesiniz (Zemahşerî). Bu, önceki iki ayette geçen, insanların birbirlerinin onurunu koruma ve gözetmeleri tavsiyesi ile bağlantılıdır. Başka bir deyişle, insanların "kavimler ve kabileler"e dönüşmesi, görünürdeki farklılıklarının ardındaki temel insanî birliği/birlikteliği anlama ve takdir etme eğilimini azaltmayı değil, tersine bu eğilimi arttırmayı amaçlamaktadır. Ve bunun karşılığında da bütün ırkçı, milliyetçi/kavmiyetçi veya kabilevî önyargılar (asabiyye) kınanmıştır. Kur'an'da zımnen, Hz. Peygamber tarafından ise daha açık bir şekilde kınanmıştır (bkz. 28:15, not 15'in ikinci bölümü). Ayrıca, Hz. Peygamber, insanların kavmî veya kabilevî geçmişlerini yüceltmeleri konusunda şunları söylemiştir: "Bakınız, Allah, atalarını yüceltmeye dayanan cahiliyye şirkinin kibrini sizden uzaklaştırdı. İnsan, ya Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olan bir mümin, yahut çaresiz bir günahkardır. Bütün insanlar Hz. Âdem'in evlatlarıdır ve Hz. Âdem balçıktan yaratılmıştır" (Ebû Hureyre'nin rivayetiyle Tirmizî ve Ebû Dâvûd'da nakledilen Hadisin bir bölümü).


d. Hayat tarzınız
dininizdir, ayrımcılığı caiz ve insan fıtratına uygun olandır.

12 Haziran 2011 Pazar

Avamın İlkel Refleksleri

Zannedilenin aksine avamlıktan kastedilen şey cehalet yani bilgi eksikliği durumu değildir. Cahil olmayı, referans alarak tanımlanmaya kalkılırsa sınıflandırma diye bir şey zaten olmaz. Çünkü hepimiz cahiliz. Avamı farklı kılan, cehaletinin ve haddinin farkında olmayışıdır. Hak etmediğini elde etmeye çalışması, üzerine vazife olan sorumluluklarından kaçması, hak hukuk dinlemeyişi ile adaletten sapması... En kısa ve en berrak tabiri ile nefsi ile hareket edendir avam. Bu şekilde kendini belli eder avam. İnsanlara, zamanları başta olmak üzere sadece kaybettirir; derdi sadece kendisidir... Böyle bir insan ister diplomalara boğulmuş olsun, isterse hiç okumamış olsun, değişen hiçbir şey yok. Sorumluluklarının bilincinde, adaletten sapmayan havas, ister diplomalara boğulmuş olsun, isterse hiç okumamış olsun, galip olan budur. İster zengin, ister fakir, ister diplomalı, ister değil. Bu kavramların avam olma ile olmama arasında hiçbir bağlantısı yoktur. Atom bombasını yapan bilim adamı avamdır, zor şartlarda görev yapmaya gönüllü olmuş asker havastır. Mesele nefsine düşkün olup, olmama meselesi... Başkaları için endişe duyup duymama meselesi...

Ben avamın yalnız başına olanın pek bilmem. Var mıdır? Olabilir elbette ama avamın her şeyi kendisi olduğu için, çeşitli -farklı isimler altında faaliyet gösteren- rant gruplaşmaları ile mutlaka yolları kesişir. Ve o gruplaşmaların bir parçası olması varoluşun kuralı gibidir. İşte böyle insanlarla bir yerlerde; yazılı, sözlü bir münasebetiniz olursa ya da karşılıklı bir münasebet değil de, bir şekilde izlemiş olursanız; karşı karşıya kalacağınız davranışlar ve refleksler üzerine olacak bu yazı.

1-) Meseleleri Şahsileştirmek:

Avamın kaçışıdır. Gerek işine gelmeyen şeyler izah edilmeye başlandığını gördüğünde, gerekse de ilminin yetmeyeceği konulara girip hakkı teslim etmek istemediğinde ya da senin yaptıkların, uğraşıların karşısında kendini -niyeyse- kötü hissettiğinde, vazgeçirmek istediğinde sığındığı kapıdır bu.

-"Ya sen her şeyi bildiğini mi zannediyorsun"
Bir de cevap bekliyor. Her şeyi bildiğini sanmak imkânsız olduğuna göre, doğrudan kazanan taraf o olacak ya, bir de cevap bekliyor.
-"Sen tek doğru benimki diyorsun "
Yani; doğru tektir. Benimki seninki diye bir şey yok.
-"Sen de taktın şu meseleye"
Takmak ile ilgilenmek arasında ne fark vardır bilmiyorum ama avam senin ilgilendiğin konu karsısında kendini tekrardan kötü hissederse, ya da onun işine gelemeyecek şekilde devam ettiğini görürse senin "ilgilenmeni" "takmak" olarak nitelendirmeye çalışır.

Bunlar gibi örnekler, avamın seni hedef alarak gösterdiği refleksleridir. Bir de senin, "sözlerini" referans olarak gösterdiğin başka insanlar için gösterdiği refleks vardır ki o durumdan da hakkı teslim etmeden ayrılmanın hesabındadır avam her zamanki gibi. Kimi referans gösteriyorsan, onun kötüler, onunla şahsi ile ilgili dedikodu konularını anlatmaya başlar. Ana konudan sapılmış olunur, avam da istediğini elde etmiş olur.

Bu durumlarda ne yapılabilir? İlk seferde hakkı teslim etmiyorsa mutlaka çıkarı vardır ve büyük ihtimalle hiçbir zaman da hakkı teslim etmeyecektir. Hiç uğraşmaya gerek yok. Ama şahısın hatırı varsa uyarmak istiyorsanız: "Sen o kadar mı biliyorsun, o kötü bir insan değil daha beter bir insan ama alıntıladığım sözü doğru, onun kötü bir insan olması ya da olmaması, denilen sözün hakikatini değiştirmiyor. Bak Allah, Kur'an'da şeytanın sözünü aktarmıştır" diyerek bu ayet söylenebilir:

Sad 82-85. İblis: "Senin kudretine and olsun ki, onlardan sana içten bağlı olan kulların bir yana, hepsini azdıracağım" dedi. Allah: "Doğrudur; işte Ben hakikati Söylüyorum, sen ve sana uyanların hepsi ile cehennemi dolduracağım."

(Not: Bu işlediğim birinci reaksiyonunda avam için söylediğim "hakkı teslim etmiyorsa, mutlaka bir çıkarı vardır" çok derin bir mesele, İslam'da kafirin tanımının da bu olduğunu düşünüyorum. Bunu uzun zamandır etraflıca düşünüyorum ve bu konu hakkında detaylı bir yazı yazmak istiyorum. Ayrıca bu meselede bahsettiğim "hakkı teslim edemiyorsa mutlaka bir çıkarı vardır" okuyucuyu acaba karşımdakinin ne çıkarı var düşüncesine sevk etmemeli. Tam tersine "mutlaka bir çıkarı vardır, ilgilenmeye gerek yok" düşüncesine sevk etmeli. Öbür türlüsü ayıp araştırmaya girebilir.)

Bu konu ile kısmen alakalı, uygulanması insanların yararına olacağını düşündüğüm bir örnek daha var. Diyelim bir konu oluyor ve şöyle bir söz söylüyorum "bu konu ile ilgili Said Nursi'nin güzel bir izahatı var", hemen soru geliyor:
- Said Nursi'yi seviyor musun?
+ Hayır.
- Sevmiyor musun?
+ Yo, öyle bir şey de demiyorum.
Anlam veremiyor.
+ Bir karar vermek zorunda değilim diyorum. Şaşırıyor.

Hayatları boyunca taraftar edilmeye çalışılan insanlar -ki bunlara avam demiyelim; bilgisiz, saf insanlar diyelim- şahıslarla ilgili meselelerde de bir karar vermek zorunda olduğunu zannediyor. İsimlerini duyduğu insanları ya sevmek ya da sevmemek seçenekleri arasında tercih yapmak zorunda olduğunu zannediyor. "Sevmek" değil de, daha doğrusu "sevdiğini söylemek" ve "sevmediğini söylememek" arasında tercih yapmak zorunda olduğunu zannediyor. Bir insan yazılarını benimle paylaşmışsa, paylaşımına bakarım almam gerekeni alırım almamam gereken varsa bırakırım. İlişkim bundan ibaret olmalıdır. Tabi, eğer üzerine bir şeyler ekleyebilirsem, ben de insanlarla paylaşırım. Ama kendimi değil, yazılarımı. Eğer bir insan kendisini değil de, ürettiğini sunuyorsa; onunla ilgilenirsin, o kadar. Şahıslar hakkında karar vermek zorunda değiliz. Eğer böyle davranmıyorsak, mesela, Said Nursi'nin yanlış açıklamalar yaptığı bir konuyu görünce bu sefer ne yapacağız? Artık sevmediğimizi mi söylemeye başlayacağız?

Şahıslarla ilgili karar verilmesi gereken anlar; başkalarına zararları dokunmaya başladığı tespit edildiği anlardır. İstifademize sunulan şeylerin kaliteli olması o kişinin iyiliğine, kalitesiz olması o kişini kötülüğüne ya da tam tersine dalalet olamaz. Şahıslarla ilgili karar vermek samimi insanın tutumu olamaz.

2-) Saldırganlık:

Daha doğrusu elde ettiğini hak etmediğinin farkında olan avamın saldırganlığı...

Çeşitli suç şebekelerinin doğrudan mensubu ya da uzantısı olan insanların, -hak etmediği halde- söz hakkı tanındığında toplumu rahatsız eden, tahrik eden, huzursuz eden laflardan başka birşeyle ortaya çıkamayışlarının ya da sadece bir yerlere yakın duruyor diye -yine hak etmediği halde- söz hakkı bulan insanların devamlı olarak başkalarına sataşmaya çalışması, tahrik etmeye çalışmasının altındaki gerekçedir bu, elde ettiğini hak etmediğinin farkında olanın saldırganlığı.

Elbette insanların neleri elde ettiğini araştırmak ya da elde ettiklerini hak etmiş mi hak etmemiş mi diye araştırmak kimsenin haddi değildir. -Kul hakkı taşıdığı tespit edilmedikten sonra- Ayıp araştırmaya girer. Günahtır. Fakat burada benim değindiğim husus, insanların ayıplarının araştırılması değil; yaptıkları ile toplumu huzursuz ya da tahrik edenlerin tüm yaptıklarının ardındaki basit gerekçeyi işlemek.

Elde ettiğini hak etmediğinin farkında olanın saldırganlığını iki ayrı şekilde vuku bulduğunu görüyorum.

Birincisi, "ben bu insanları bir daha bulamam" mantığı ile asla ulaşamayacağını bildiği insanlara sataşmak.

İkincisi ise, bir şeyler ortaya koyarak elde etmediğini bildiği konumunu koruyabilmek için herkesi kendine rakip görüp; onları "yendiğinde"(!) yerinin sağlamlaştıracağını düşünmek. Tabi ki de tüm bunların doğal sonucu bir şeyler ortaya koyamayan birey elbette fikirler üzerinden değil; günlük, geçici, dedikodu malzemesi konularla çapı dahilinde gündemi meşgul etmeye çalışıyor. Hem saldırganlık gösterdiklerini, hem de genel olarak toplumu huzursuz ediyor.

Saygınlık elde etmek... Buna bir de nefsin yine bir başka özelliği olan kolaycılığı karışırsa çıkacak manzara; haketmediği halde bir makam, köşe ya da söz almış yani ortaya çıkarılmış birikimi olmadığından(birikim elde etmek zor gelir insan, mesele odur zaten, kısa yoldan halletmek ister) sunabileceği tek şeyi insanlara şahsi olarak sataşma olan insanların sahnelediği nefsani oyunlar olacaktır. Varsa insanlara sunabileceğin bir birikimin ya da çalışman sunarsın, faydalanılsın diye; samimi isen saygınlık kendiliğinden gelir. Samimi adam burası ile ilgilenmez zaten. Ama farkında değiller ki, dünya tarihinde, "saygınlık elde edecem" diye ortaya çıkan hiç kimse yoktur ki kendini rezilliğe mahkum etmesin. Çünkü onların nefsi varsa herkesin nefsi var. Ve oynadığı oyun insanların bilinçaltı muhasebesinde hemen anlaşılacaktır.

İnanın bugün ortalıktan kaybolsalar iki gün sonra var oldukları hatırlanmaz bile.

İşte bu ortaya hiçbir şey koyacak birikimi olmayıp, devamlı olarak saldırganlıkları ile gündemi meşgul edenlerin yaptıkları her şeyin altında sadece tek bir gerekçe yatıyor: Bilinçaltlarında, elde ettiğini hak etmediğinin farkında olmak.

Üçüncü alt başlık avamın ilkel bir refleksinden daha ziyade, genel bir tavrı üzerine...

3-) Olaylara Müdahil Olmuş Olmak:

Bir sitede rast geldiğim bir yazıda sunucu olduğunu sandığım bir bayan kendisi için "Başarılıyım ve kıskanılıyorum" demiş. Daha öncede değinmiştik, bu dünya düzenini ayakta tutan tek şey insanların bir gün kolay yoldan para kazanacağına dair umudunun olmasıdır. Onun için komünist Çin'den Kapitalist Amerika’ya kadar her ülkede piyango, faiz, borsa var ve her ülkede "ünlü olma yarışmaları" düzenleniyor. Başka türlü insanların adaletsizliklere isyan etmesini engelleyemeyeceklerinin, var olduğu sadece bir kabulden ibaret olan "güçlerini" muhafaza edemeyeceklerinin farkındalar.

İşte o hep dillendirilen "popüler kültür"ün tanımını da buradan alabiliyoruz: "Kolay yoldan para kazanmış veya kazanma umudu ile yaşayan insanlar"

Bu dünya düzeninde kolay yoldan para kazanma "özgürlüğün" var. Yani bu dünya düzeni "liberal"dir. Kapitalist Amerika'dan, komünist Çin'e kadar her ülke liberaldir. Yani özgürlükçüdür. Neyin özgürlüğü? Bir gün kolay yoldan para kazanabilirsin özgürlüğü. Ve tüm dünya da kolay yoldan para kazanmış insanları, toplumların gözünün içine içine sokarlar ki insanlar umutlarını kaybetmesinler, bir gün sıranın kendilerine de geleceğini düşünmeye devam etsinler ve isyanlar vuku bulmasın. Yani, kolay yoldan para kazanmayı "başarmış" insanlar ve işin acı yanı onları hakikaten "kıskanan" insanlar: Popüler Kültür Kolonisi

Kolay yoldan para kazanma özgürlüğü dışında başka hiçbir özgürlüğü sunmayan "liberalizm" yani "özgürlükçülüğü" sanki bir ideolojiymiş ya da bir fikirmiş gibi sunmaya çalışan insanlar türedi son zamanlarda. Ve ne yazık ki bu avam kitle olaylara müdahil olmuş olma derdinde, çeşitli hareketlerle gündemde kalmaya çalışıyorlarmış ki son zamanlarda gördüğüm kadar ile "Darbeciler yargılansın" diye bir söylem içindeler. 28 Şubat darbecileri, 1980 darbecileri yargılansın gibisinden şeyler söylüyorlarmış.

Önce darbe denilen durumları inceleyelim sonrasında bunları avamın olaylara müdahil olmuş olma reaksiyonuna bağlamaya çalışalım.

a. 28 Şubat Darbesi: Bir 28 Şubat darbesi muhabbetidir almış başını gidiyor. Bu ülkede 28 Şubat'ta darbe falan olmadı. Sadece bir rütbeli personel tank yürüttü ki bu durum Silahlı Kuvvetler'in aldığı bir karar olmadığı, o rütbelinin kendi keyfi uygulaması olduğu çıktı ortaya. Fakat ne olduysa ondan sonra oldu. Erbakan'ın hiç teşvik vermediği medya patronlarından, gelirlerini kıstığı faizcilere, hak etmediğinden daha fazlasını elde etme peşindeki hocalara kadar hepsi ağız birliği yapmışçasına "asker haklı siz haksızsınız", "ordu darbe yaptı, Erbakan başarısız", "Hükümet gitsin" vs. gibi sözlerle propagandaya başladılar. O zamanlar bırakın bu propagandalara karşı çıkmayı bunları yapanlar şimdi 28 Şubat darbeciler yargılansın diyorlar. Olmamış darbeyi oldu gibi göster, propagandasını yap ondan sonra da darbeciler(?) yargılansın diye bir daha ortaya çık. Pişkinliğin bu kadarına pes! Eee, yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış.

b. 1980 Darbesi: O yılları bilmem fakat bilenlerden duyduğum, ülkenin kan gölüne dönmüş olduğu, kahvehanelerin otomatik silahlarla tarandığı, fikir mikir namına hiçbir şeyin olmadığı sadece şiddet ve kan davalarının memleketi perişan ettiği, asayişin yok olmuş olduğu idi. Ve asker bu duruma müdahale etmiş. Müdahalenin şekli nasıldı bilemem. Ama müdahaleden sonra olayların bıçakla kesilir gibi kesilmesi, müdahalenin çok da haksız olmadığını gösteriyor.

Daha önceki darbelere değinmeyeceğim, herhangi bir araştırmam ya da müşahitliğim yok.

Şimdi tekrardan başa dönersek, kendilerine bir dava arayan avamların şu anda "trend" bu diye "hadi darbelere karşı olmuş olalım" diye ortaya çıkması. Kendilerini iyi gösterebilmek için, birilerine kötü rolünü biçmek zorunda olduğunu bilen boş meydan kahramancıklarının, 28 Şubat destekçisi hocaların adamları ile kol kola dolaşmaları avamın dediğine itibar edilmemesi gerçeğini, sadece olaylara müdahil olmuş olmak için ortaya çıktığını bizlere gösteriyor.

Zaten darbeye marbeye "şu anda" karşı çıkmak risk alacak mesele de değildir. Bunun da farkındalar. Mutlaka avam bilinçaltında bunun muhasebesini yapar. Yani darbecilik kötüdür sıfatı vardır ve hali ile buna karşı çıkmış görüntüsü vermek iyidir anlamına geleceği düşünülmektedir. Üstelik bu olaylar olurken hiç ses çıkarmamış olmaları başlı başına bir felaket.

Darbecilere karşıyız falanız filanız diyenlere itibar edilmemesi tavsiye olunur. Kendilerine tavsiyemiz eğer darbecilere karşı iseler hayatta dava namına bir bunu bellemişler ise, şu anda iktidar olan partinin kimler tarafında nasıl kurulduğunu, kimlerin finanse ettiğini, 28 Şubat'ta kimlerin Erbakan'a nasıl karşı çıktığını ne iftiralar düzdüğünü görüp ilgili kişiler hakkında konuşsunlar ya da sussunlar.