Hz. Adem’den beri insanların farklı zamanlarda muhatap olduğu
aynı hak din hep cennete girmenin 3 şartı olduğunu söylemiş: Allah’a ve ahiret
gününe iman ile salih amel işlemiş olmak.
İman etmeyi, “iman ettim” demekten ibaret sananlara; yaşadıkları
hayat ile iman etmediğini söyleyenlerin yaşadığı hayat arasında (bir iki ritüel
haricinde) neredeyse hiçbir fark olmayanlara yeterli gelmiyormuş bu 3 vasıf.
İtiraz ediyorlarmış. “Bu kadar az olmaz” diyorlarmış. “Az” diyorlarmış. –Bu 3
özelliği sağlayabilmek öyle kolaymış gibi- başka şartlar da var diyorlarmış.
Neden böyle diyor olabilirler?
Acaba, bu itiraz, iman etmenin “iman ettim” deyip, etliye
sütlüye karışmadan, başını belaya sokabileceğini hissettiği hiçbir meseleye
bulaşmadan yaşanılan bir hayat olduğunu sandıklarından dolayı bu 3 vasfın da
aynı kolaylıkta elde edilebilir olduğunu bilinçaltı muhasebelerinde
zannetmelerinden kaynaklanıyor olabilir mi? Aslında kendi kolaycılıklarını
hissediyorlar ve bundan rahatsız oldukları için itiraz ediyor olabilirler mi? Kur’an’da
bu 3 vasfın yeterli olduğunu açıkça söyleyen iki ayet olduğu halde, -sanki bu 3
vasfı kendisi gerçekleştirebilmiş, başarabilmiş gibi- yetersiz diyenlerin başka
şeyler de saymalarının nedeni bunlar olabilir mi?
Not: Bu konunun bu derece büyük kavga haline dönüşmesi ve
bazı insanlar tarafından aşağıda vereceğimiz iki ayetin vurgusuna bu denli
büyük tepki gösterilmesinin nedeni -sanıyorum-, bu 3 özelliğin yeterli olduğunu
vurgulayan grupların başka hesapları olduğunun ve aslında iyi niyetli
olmadıklarının düşünülmesi. Yani bazı Müslüman gruplaşmalar, Yahudi veya
Hristiyan gruplaşmalar ile işbirliği yapacaklar ve bunun için fetva arıyorlar endişesi
var. -Haklı da olabilirler belki, bilmiyorum, ilgilenmiyorum- Ama ne yazık ki
tam burada, mesele hallaç pamuğuna dönüyor. Çünkü araya ayetler girmeye
başlıyor(gruplaşmalar tarafından ayetler kullanıldığı için –şu anda yaptığımız
gibi- biz de müdahil olmak zorunda kalıyoruz), mesele din üzerinden ilerleyen
ama bilinçaltında herkesin hissettiği diş geçirme kavgasına dönüyor. Sonucunda,
-belki de- Müslümanlığın tanımını yapmaktan bile aciz(dinlerini akıl üzerine
değil, küçüklükten beri alıştıkları ve bu durum işlerine de geldiğinden ses
etmedikleri “kolaycılık”, “sorumluluktan kaçma” üzerine inşa etmeleri yüzünden
-belki de hayatları boyunca- böyle bir tanım yapma kaygısı dahi gütmemiş)
insanların, Yahudi ve Hristiyanların cennete girip giremeyeceğini
tartıştıklarını görüyoruz. Diyorum ya, perde arkasındaki güç kavgası, perde
önünde din kavgasıymış gibi lanse ediliyor, araya ayetler giriyor, sonucunda işin
içinden çıkmak iyice zorlaşıyor diye... Ama bunların böyle yaşanması, çeşitli
hesapların olması ya da olmaması insanların bu konuyu merak ediyor ve haklı
olarak soru soruyor olmaları gerçeğini değiştirmez. O zaman biz, tüm bu yaşanan
olayları dikkate almadan en baştan başlayalım anlatmaya. Bakalım bu 3 vasıf
öyle kolay kolay elde edilebiliyor muymuş? İnsanoğlu ne refleksler gösteriyormuş
istenen bu üç vasıf karşısında?
En baştan beri sadece 3 şey istenmiş insandan, insan ise en
baştan beri bu 3 şeyi sorumluluk sahasından çıkarabilmek için elinden geleni
yapmış.
Yahudi olarak bildiğimiz insanlara gelmiş Hak Din. Yukarıdaki
üç vasıf tekrarlanmış. Olmamış. Ahirete inanmak zor gelmiş insanlara, -günümüz dünyasında
kendine “inanan” diyen kimi insanlar gibi de değil- hiç rol yapmadan doğrudan
söküp atmışlar ahiret inancını. En azından dürüst davranmışlar yani.
Bu refleksler, “Yahudilere aittir” diyerek kimse kaçamaz.
Hepsi bize, insanoğluna aittir. Görmek istersek, etrafımıza ufak bir bakış
atmamız yeterli.
İnsanoğlunun bu refleksi vuku bulunca tekrardan gelmiş Hak
Din, bu defa Hristiyan olarak bildiğimiz insanlara. Onlar, ahiret inancını
muhafaza etmişler ama bu sefer de Allah inancını ve sorumluluk almayı
sulandırmışlar.
Ali İmran 64. De ki: "Ey geçmiş vahyin izleyicileri! Sizinle bizim aramızdaki şu ortak ilkeye (49) gelin: Allah'tan başka kimseye kulluk etmeyeceğiz, O'ndan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayacağız ve Allah ile birlikte insanları rab edinmeyeceğiz." (50) Ve eğer yüz çevirirlerse de ki: "Şahit olun ki biz kendimizi O'na teslim etmişiz!" 49 - Lafzen, "sizinle bizim aramızda adil (olan) bir kelimeye". Esas anlamı "kelime" veya "söz" olan kelimeh terimi, çoğunlukla felsefî olarak "öneri" veya "ilke" anlamında kullanılır.
Zaten Allah’a ve ahiret gününe imanı kabul edememe
noktasında iki şey yapar insanoğlu:
1-) Hiç görmediği Allah’a inanmak zor gelir, onun
yansımaları olduğunu iddia ettiği, kutsallık atfettiği, olağanüstülük beklentisi
ile yanıp tutuştuğu, görüp dokunabildiği insanlara tutunur ve onlara kutsallık
atfetmeye başlar. Eğer bunu yapmıyorsa, kendi saygınlığı(kahramanlığı) için
yaşayacak demektir. Şahit olduğum tecrübelere dayanarak söyleyecek olursam
ikincisi daha dürüst, birincisi ile yüzleşmek daha sıkıntılı oluyor.
2-) Ahirete inanmak zor gelir -ki çok zordur-. Çünkü insanoğlu Allah’a inanmayı en azından, "dünyevi isteklerini yerine getiren" büyük güç
haline getirebildiğini fark ettiğinden, Allah’a inanma sorumluluğunu kendine
uydurabilirken, ahiret inancında böyle bir yol bulamadığından burada büyük
sıkıntı çeker. Böylece, fıtratının, fedakârlık yapması gerektiğini dikte ettiğini her
fark ettiğinde dünyadan vazgeçmeden, kaybetmekten çok da
imtina etmediği şeyleri vererek vicdanını(fıtratını) susturma
adına bir şeyler yapıyormuş gibi gözükür. Eğer bunu yapmıyorsa, doğrudan insanı
hayvandan ayıran en önemli özellik olan iyiyi ve kötüyü ayırt etme kabiliyetini
bertaraf ettiğini açıkça göstererek, tamamen nefsani istekleri için yaşıyor olacaktır.
Yanlış anlaşılmasın, birincisi de ikincisi gibi yine nefsani istekleri için yaşıyor, sadece,
ikincisi rol yapmış olmuyor yani birincisinden daha dürüst...
-İyi ama insandan neden bu 3 vasıf isteniyor?
Bir insan Allah’a inanarak inançlı olur. Ahiret gününe
inanarak Müslüman olur. Salih amel işleyerek dindar olur.
Allah’a ve ahiret gününe inanarak –inandığını söyleyerek değil,
inanarak- şeytanı yener. Salih amel işleyerek nefsini yener.
Şimdi işin en önemli noktasına ve ne yazık ki ehli
olmayanlar tarafından yapılan tartışmalar yüzünden içinden çıkılmaz hale
getirilen “peygambere iman” meselesine gelelim.
Peygambere nasıl iman edilir? Allah’ı göremiyoruz, varlığına
iman ediyoruz. Ahiret gününün mahiyeti hakkında bir şahitliğimiz yok, yine iman
etmek zorunda kalıyoruz. Ama peygamberler insanlardı. Ona nasıl iman edilir ki?
Ya da şöyle diyelim: nasıl reddedilir? Basit, bir insan sadece Allah’a inanır ama Allah’ın kitap
verdiğini kabul etmez dolayısıyla -yaşarken görmüş olsa
da görmemiş olsa da- peygamberi kabul etmez ise reddetmiş olur. Eğer kutsal kitapları kabul eder ise o zaman doğrudan
peygamber kavramını da kabul etmiş demektir. Dolayısıyla peygamber demek Kutsal Kitaplar
demektir. Kutsal kitap da insana “Allah’a ve ahiret gününe iman ile salih amel
işleme”nin şart koşulduğunu söylüyorsa şu kapıya çıkacağız demektir: Bu 3 vasfı
kabul eden, -istese de istemese de- peygamberler ile aynı istikamete girmiş demektir. Bu durumda kutsal kitapları
yani peygamberleri reddetme gibi bir durumu istese de olmaz demektir.
Yani eğer peygamberlerin tebliğ ettiği sözleri(kutsal
kitapları) kabul ettiysen, zaten o zaman doğrudan peygamberleri de kabul
etmişsin demektir. Kutsal kitapların hepsinde ne yazıyordu: Allah’a ve ahiret
gününe iman edip, salih amel işlemeli insanoğlu. Bu mantıklı geldi mi? Tamamsa, peygamberi de kabul ettin işte. Bu kadar. Tüm
peygamberler ve tebliğ ettikleri sözler (Allah’ın öğütleri) buydu. Hangi çağda
yaşamış, hangi Resulle muhatap olmuşsan ol, karşına çıkacak şey buydu. Kabul
etmişsen yani mantıklı gelmişse “peygambere iman etmişsin”, gelmemişse “peygambere
iman etmemişsin” demektir. Yani “peygamberin zatına iman” diye özel bir iman çeşidi
olmadığı gibi “peygamberin zatına iman etmeme” gibi bir şey de yoktur. Mesele kutsal
kitaplar ve orada söylenen Allah’a ve ahiret gününe iman meselesidir. Yani cennetin
kapılarını açacak sadece 3 vasfın olduğunu kabul etmek vardır: Allah’a ve ahiret
gününe iman ile salih amel işlemek. Peygamberlerin söylediği de budur.
İman edebilmenin sonucu risk alabilmedir. Fedakârlık
yapabilmedir. Kendi şahsi kavgan değil, hiç tanımadığın, ilişikin olmadığı
gerçek mazlumlar için “tek başına”, kimseye güvenmeden, beklenti içinde olmadan
mücadele edebilme demektir. (Elbette bunların taklitçileri de bol miktarda
bulunmakta, kendi kavgasını sanki kendi kavgası değilmiş gibi gösterenlerden
bahsediyorum..)
Böylesi büyük bir değişim de Allah’a ve ahiret gününe iman ve
salih amel ile olur. Yani insan, Allah’a ve ahiret gününe iman ederek hayatında
büyük bir değişim yaşar. Yaşamamışsa, istediği kadar “ettim”desin(ki bu etmeden
“ettim” lafı da, daha önce söylediğimiz gibi: “nasıl olsa risk almadan
yaşıyorum, eğer Allah ve ahiret hayatı varsa başım belaya girmesin” nefsani
kaygısından ileri gelir. Dini bir şey değil, nefsanidir) iman ettiği yoktur.
Ama bir insan Allah’a ve ahiret gününe iman edip yani peygamberimizin ve tüm
peygamberlerin söylediği şeyi yapıp, büyük bir değişim yaşadıktan sonra, kutsal
kitap kavramı ile özdeşleşmiş peygamber kavramını değiştirip sadece şahsi
olarak düşünsek, “peygambere iman” ile
ne gibi bir değişim yaşayabilir ki? Peygamberler şu anda yaşıyor da değil.
Kutsal kitap kavramı ile özdeşleşmemiş peygamber kavramı için ekstradan ne
yapılabilir ki…
- Ama Kur’an’da özel olarak Peygambere iman üzerine vurgular
var. Bunlar niye var?
Bravo. Harika bir soru.
İşin ilginci sadece peygambere değil, meleklere bile iman etme
üzerine ifadeler var. Mesela Nisa 136’da: “ve melâiketi-hî(Onun melekleri), ve
kutubi-hî(O’nun kitapları), ve rusuli-hî(O’nun
resullerini) inkâr ederse…” Sen Allah’a ve ahiret gününe inanmışsın, sonucunda
dünya hayatının geçiciliği karşında belirmiş ve doğruları söylediğinden çok büyük
riskler alarak yaşıyorsun zaten, diyelim. Bundan sonra, meleklere karşı hiçbir
sorumluluğun da yokken, meleğe iman etsen ne etmesen ne?
Diyorum ya, meseleleri tümden yanlış anlamış insanlar, bir
de yanlış anladıkları şeyler üzerinden “tartışmaya” da kalkıyorlar ve meseleyi
içinden çıkılmaz hale getiriyorlar diye.
Allah’ın bizden melek ve peygamberlere iman etmemizi
söylediği şey: Onların sadece Allah’ın kulları olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla rabler edinmememiz
gerektiğidir.
Çünkü Allah’a inanmanın hayatta riskler aldıran şey olduğunu
bilinçaltında fark eden insan, bundan kaçmak için karşısında hiçbir sorumluluğu
olmadığı melek ve peygamberi bile rab edinmeyi göze almıştır.
Ali İmran 80. O, melekleri ve peygamberleri tanrı edinmenizi emretmez: (63) [zaten] kendinizi Allah'a tam teslim ettikten sonra hiç O sizi hakikati inkâra davet eder mi?
Yani peygamberler ve melekler hususunda iman edilecek 2 şey
var:
Meleklerin ve peygamberlerin “getirdikleri” yani Kutsal
Kitaplar ve Melekler ve peygamberlerin sadece “Allah’ın kulu” olmaları. Peygamberlere ve meleklere karşı sorumluluğumuz budur.
-O zaman hadis külliyatını red mi edeceğiz?
Ben tarihi bir vesika olarak istifade ediyorum. Ama tabi ki
de; Kuran’a, akla, mantığa ve yaşanmış tarihin, hayatın gerçeklerine aykırı
olmamak kaydıyla… Bir insan “peygamberin sözleri” olarak anlatılan hadisleri
kabul etmediğini, böyle bir şeye ihtiyacı da olmadığını beyan eder onu da
anlarım. Kınamam. Kur’an-ı Kerim’i anlamak için illaki böyle bir külliyata mecbur
değiliz çünkü. Ama böyle bir külliyatı elinin tersi ile itmek hiç akıllıca değil. Onu da not düşeyim.
-Ama Kur’an’da onlarca ayette Allah’a ve Resulüne "iman edin",
"tabi olun" denmektedir. Burada neden Allah kendisi ile birlikte Resul’e tabi
olun diyor?
Bir güzel soru daha.
İnternete yazılar göndermeye başladığımda, 2006 yılında, yazdığım ilk yazı Putperestlik: Haksızlığa Uğratılmış Din yazısı idi. İnsanlarda putperestlik algısını kırmak için yazdığım, sanıyorum –nacizane- etkili de oldu, peygamberimizin nasıl bir ortamda bulunduğunu, o ortamın şu anda kendisine Müslüman diyenlerin oluşturduğu ortam ile çok da farkı olmadığını anlattığım yazıydı. O yazıyı tekrardan hatırlattıktan sonra söyleyeceğim şey, eğer o yazı tam anlamıyla anlaşılmışsa, bu ayette insanlarda soru sormaya itebilecek belki tek şey neden Resul’e itaat edin değil neden ayet, Allah’a itaat edin diyor olabilir.
Çünkü peygamberin tebliğ yaptığı insanlar, -kendilerince- ne Allah’a
inanmada ne de itaat etmede sorun yaşıyorlardı. -Kendilerince- inançlı ve dindardılar.
Kıyamete kadar her insanın yaşamaya devam edeceği tek bir sorunu yaşıyorlardı:
-hem yukarıda hem de bundan önce çeşitlik yazılarda defalarca anlattığımız
gibi- Allah’a imanı, “dünyevi isteklerini yerine getiren ilah” haline
dönüştürmüşler, ahiret inancını da sulandırmışlardı. Onun için salih amel
yapamıyorlar(yaptıkları her şey aslında kendileri içindi, aynı bugün yaşayan
insanlar gibi), bütün amelleri boşa gidiyordu. Onları bu yoldan ayıracak tek
şey de Allah’ın Resulü idi. O da tek bir şey söylüyordu: Allah’a ve ahiret
gününe iman edin ve salih amel işleyin. Ama kendilerini hak yolda gördükleri için, tebliğ yani "peygamber" istemiyorlardı. -Aslında olan her insanda olduğu gibi Allah'a ve ahiret gününe imana karşı koymak iken- görünürde peygambere kendilerini hak yolda olduklarını söyleyerek karşı çıkıyorlardı.Yani o yıllarda yaşayan putperestlerin zaten bir yaratıcıya
inanma ve itaat noktasında bir itirazları yoktu. Sadece (kıyamete kadar her
daim olacağı gibi) çıkarları ile çatışsın istemiyorlardı. Peygamberler de her
defasında çıkarları ile fedakârlık yapma arasında tercih yapmaları gerektiğini
söylüyorlardı imtihanın gereği olarak. Bu da ağır geldiğinden peygamber kavramı ile mücadele ediyorlardı. Yani doğrudan Allah inancı ile değil, peygamber kavramına itiraz üzerinden yapıyorlardı inkarcılıklarını. Peygamberin yalan söylediğinin, kendilerinin Allah yolunda olduğunu vurguladığı için insanlar Allah, Resulune itaat edilmesini buyurmuştur Kur'an'da. Bunun için Allah, insanların doğru yolda
olmadığını, daha da kötüsü doğru yolda olduğunu zanneden insanlar olduklarını söylüyor ve
kendilerine doğruları tebliğ eden peygamber ile daha fazla uğraşmamalarını
söylüyordu. –Ki bu durum hala daha geçerli-. Yani bu ayetler sanıldığı gibi
durduk yere peygambere gelmiş, ya da ateist bakış açısı ile peygamberin
kendisine insanların dünyevi itaat etmelerini sağlama için yazdığı ayetler
değildi. Peygamberlere itaat, bozuk
inançları düzeltebilecek yegâne insan olan peygamberlerin misyonlarına
itaatti. Dediğimiz gibi o misyonu doğrudan muhatap almak istemeyen inkarcılar peygamber kavramı ve peygamberimizin şahsı ile uğraşma yolunu seçmişlerdi. Meselenin özü budur.(Allahualem)
“Allah’a ve peygambere itaat edin” diye hitap edilen
insanların zaten yaratıcıya inanma ve ibadet etme noktasında bir itirazlarının
olmadığını akılda tutarak bu ayetleri okursak, neden “onların bozuk inançlarını
(olmayan inançlarını değil, bozuk inançlarını) düzeltmek ile görevli”
peygamberlere itaat edilmesi gerektiği vurgulandığını anlayabiliriz. Eğer ki peygamberin karşısında inançsız insanlar
olmuş olsa idi. Ve peygamber inançlı olma gibi yepyeni bir söylem ile
karşılarına çıkmış olsaydı. O zaman “peygambere itaat” edin denmezdi, çünkü
zaten Allah’a inanmayı ilk defa söyleyen kişiye, insanlar Allah’a inanmaları
hususunda inanmış da olacaklardı.
Tüm bunlar için, kendilerinin Allah inancına sahip hak din üzere olduğunu sanan
ve dolayısıyla peygamberin yeni bir şey söylemediğinin propagandasını yapan
insanlara Kur’an’da “Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz
çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!(Nisa 80)” diyor. Bu
itaat şahsi bir itaat değildir. Peygamberimizin, sahabelerinden istediği kayıt
altına alınmış hiçbir şahsi talebi olmamıştır ki bu da Resullerin özelliği
olarak Kur’an’da zaten zikredilir: “Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu
kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir”(Yasin 21).
Toparlayarak, bitirelim:
1-) Cennete girmenin sadece 3 şartı vardır. Allah’a, ahiret gününe iman ve salih amel işlemek. Bu üç şartı küçük görenler –en doğrusunu Allah bilir- zaten bu üç şartın yerine getirememişler olsa gerek. Allah’a ve ahiret gününe iman ile insanın hayatı tamamen değişir. Değişmelidir. Eğer ki hayatında büyük bir değişim yaşamadı ise insan zaten bu şartları yerine getirememiş demektir.
Not: Gözünün önünde binlerce masum ve vatansever insan; yalan, iftira ve hatta terör örgütü mensuplarının gizli tanıklıkları(!) ile hapse atılırken gıkı çıkmamışların; eline mikrofonu aldığında ise “araya araya bulsam izini, izinin tozuna sürsem yüzümü” diye edebiyat parçalayanların; burnunun dibinde yüzbinlerce Müslüman katledilirken seyredip -hatta belki destek olup- ama sıra Peygamberimizin savaşlarını geldiğinde ballandıra ballandıra anlatanların; -sanki bugün risk alamamışlar o gün risk alabileceklermiş gibi- lafa gelince “onun için, bunun için ölürüm” diye atıp tutup, hayatın gerçekleri ile karşılaştığı her noktada yan çizenlerin dikkatine, diyelim.
2-) Peygambere iman, Kur’an’da, 2 farklı boyutu olan bir vurgudur. Birincisi, peygamberlerin sadece “Allah’ın kulu olduğuna inanma”, onları rabler edinmeme emridir. Meleklere iman da bu kategoridedir. İkincisi ise, Allah’a zaten inandığını, hak yolda olduğunu zannedenlere ve onlara neden yanlış yolda olduğunu tebliğ eden peygamberi susturma adına peygamberin yalancı olduğunu söyleyenlere söylenen “tabi olma” emridir. Yukarıda da dediğimiz gibi, Allah’ın peygambere “tabi olmayı” emretmesi, kendine –haşa- ortak yaptığı veya ikileme inancına sürüklediği için değil; tebliğ yapılan insanların zaten kendilerinin Allah inancına sahip olduğunu söyleyip, kendilerini uyaracak birine ihtiyaçlarının olmadığını vurgulayarak peygamberin yaptığı tebliğin etkisini azaltmaya çalışmalarından ileri gelmektedir.Kendini hak yolda gören(ki insanların çoğunluğu böyledir) ve kendisini uyarı yapan birine ihtiyacı olmadığını iddia ederek saldıranlar olduğu için Allah, kendinin hak yolda görenlere, Resul’e itaati vurgulamıştır. Yani "Biz zaten Allah'a inanıyoruz, Allah niye tebliğ için seni görevlendirsin ki!" diyen insanlara söylenecek tek şey olan -lafzen- "Hayır, siz benim yolumda değilsiniz, sizin eğip büktüğünüz şeyleri düzelten Resule tabi olun" emridir. Bu şahsi, dünyevi bir tabi oluş değil, dediğimiz gibi, -lafzen- “yanlış yapıyorsunuz, tebliğ yapan elçiye uyun” şeklinde bir emirdir. Yapılan tebliğ de Allah’ın ayetleridir. Dolayısıyla peygambere imandan anlayacağımız tek şey Allah’ın ayetleridir. Peygamberler herkes gibi insan oldukları ve vefat ettikleri için zaten “zatına iman” etme diye bir şey zaten olamaz. Peygamberleri ya görürsün ya da görmezsin. Görürsen iman edeceğin şey Allah’ın ona gönderdiği kitaba imandır. Görmemişsen de budur. Yoksa günümüzde nereye bakarak peygamberler hakkında bir yargıya ulaşacağız? Peygamberler tarihsel insanlar oldukları için onların yaptıklarını anlatan (hadis) kitaplar olmuştur. Evet, ama bunlar da zan üzerinedir. Musa(a.s) ile Allah arasında pazarlık yaptığı söylenen bir peygamberi ben kabul etmiyor, sen kabul ediyorsan hangimiz peygambere iman etmiş oluyor? 3-) Peygambere itaat emri, hadis-i şerif külliyatını kabul etme emri olamaz. Kulların yıllar sonra yazacakları, zan üzere olacak ve içinde bir sürü hatalı sözler de barındıracak bir çalışmaya tabi olmayı Allah emretmez. Eğer öyle olacak olsaydı, hadisler 200 sene sonra yazılmaya başlanmazdı. Dediğimiz gibi tarihi bir vesika olarak istifade etmekteyiz. İstifade edilmesini tavsiye de etmekteyiz. Ama “ben hadislerin hiçbirini kabul etmiyorum, doğrudan sadece Kur’an ile amel ederim” diyenlere de saygı duyarım, o da bir yöntemdir. 4-) Peki, Yahudi ve Hristiyanlar cennete gidecek mi? Kendisine Yahudi diyenlerin kimileri, ahiret inancını kabul etmediklerinden; Hristiyan diyenlerin de kimileri Allah inancını istikametlerinden ayırdıklarından dolayı, hayır, gidemeyecekler. -Ama kendisine Müslüman diyenlerin de bazılarında bu vasıflar gözüküyor? Aynen öyle. Demek ki onlar da gidemeyecek. En başta söylediğimizi tekrar ederek bitirelim: Tüm peygamberlerin tebliğ ettiği ve bizden de tabi olunması istendiği ama insanoğlunu kaçmak için elinden gelen her şeyi yaptığı, cennete girişin anahtarı olan şeyler 3’tür: Allah’a, ahiret gününe iman ve salih amel işlemek. Kendisine Yahudi, Hristiyan ya da Müslüman desin, -ne isim takarsa taksın- bu 3 devasa özelliği sağlayanlar üzülmeyecekler, sağlamayanlar ise... Allah bilir... |
5 Mart 2014 Çarşamba
Yahudi ve Hristiyanlar Cennete Girecek Mi?
at 12:38 0 comments
Labels: Dini
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)