Hemen her cami yardımlaşma derneğinde yazılı büyük bir levhası bulunan ve camilere yardım toplarken de sık sık vurgulanan Tevbe 18 üzerinden kısaca açıklamaya çalışayım İslam'da şekilcilik meselesini. Tevbe 18. Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.Bu hali ile bu ayet mealinden ne anlaşılıyor? Parayı ver, "Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olma, Allah'tan başkasından korkmama..." sıfatlarını kap. Değil mi? Hatta, şöyle olsun, hayatın boyunca gayet kuralsızca yaşa, hesabında nasıl elde ettiğin belli olmayan da yüklü bir miktarda para olsun, önemli değil; yaşlanınca yaptır bir cami, bitti gitti. Ayette de öyle söylüyor zaten. Değil mi?! Değil. Olay şöyle gerçekleşiyor. Mekkeli müşrikler, Kabe'yi tamir etmeye kalkışıyorlar. Ve ediyorlar da... Bu durum üzerine, önce, Tevbe 18'deki ifadeyi tersten okumamız gerektiğini anladığımız Tevbe 17 ayeti geliyor ve Allah buyruyor ki: Allah’a ortak koşanların, inkârlarına bizzat kendileri şahitlik edip dururken, Allah’ın mescitlerini imar etmeleri düşünülemez. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlar ateşte ebedî kalacaklardır. (Tevbe 17)ve hemen akabinde ise, Tevbe 18: Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.Yani, sizde ahiret gününe iman, namazı dosdoğru kılma(yani ibadetini salih bir şekilde yapma), Allah'tan başkasından korkmama sıfatları yoksa, bu durumda değilseniz; ne olursa olsun yaptığınız şeylerin hiçbir kıymeti yok demektir. Ne acıdır ki, -lafzen-, söylenilen haller, sıfatlar yoksa, yaptığınız şeyler boşunadır, diyen ayet, "yardım et, sıfatı al" şeklinde kullanılır olmuş. Gerçekten çok ilginç. Anlamı çarpıtılan, istismar edilen birçok ayete şahit oldum da; kastettiği şeyin tam zıttı için kullanılma, bu ayet için tek olsa gerek. "İslamda şekilcilik yoktur". Ne denmeye çalışılıyor? Şekilcilikten kastedilen, insanın çok meyilli olduğu asıl sorumluluklarından kaçma ve kolaycılığıdır. O zaman "İslam'da şekilcilik yoktur" ifadesinin daha anlaşılır hali, "şekilciliğin Allah katında bir kıymeti yoktur" şeklinde olmalıdır. Kolaycılığa kaçarak kendimizden başka kandırdığımız kimse yoktur. Tevbe 17-18 üzerinden anlatılan mesele, İslamiyette bulunan her emre, ibadete uyarlanabilir. Allah'a yönelişin hukuku açısından belli başlı kurallara, ritüellere uyarız ama asla bu ritüeller, özün önüne geçemez, yerini de alamaz. Tevbe 17 ve 18 bunun delilidir.(AllahuAlem) |
14 Aralık 2013 Cumartesi
İslam'da Şekilcilik: Tevbe - 18
at 15:34 0 comments
Labels: Dini
29 Kasım 2013 Cuma
Devrim Dersleri - 1: Matematiğin Temelleri
Devrimcilik... Yararlanılan kaynaklar: 1. Understanding Digital Signal Processing (2nd Edition), Richard G. Lyons, Prentice Hall 2. Who Is Fourier? A Mathematical Adventure 2nd Edition, Transnational College of Lex 3. Wikipedia |
at 02:37 2 comments
Labels: Genel
25 Ağustos 2013 Pazar
Devrim Derslerine Giriş
Bir insan tanımını bilmediği şeyin nasıl mücadelesini verebilir? Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî Bu ne demek, neyin tanımı, yukarıdaki ifadenin nasıl gerçekliği olur, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu nasıl gerçekleşir? Bu tanımdan bir anlam çıkarılabilmek pek mümkün gözükmüyor. Mesela, en basitinden, yaşamak için oksijene bağlı olman bile bir kısıtlamadır senin için, ki, o zaman bu bağlamda, bu tanıma bağlı kalırsak özgürlük diye bir gerçekliğin olması zaten mümkün değildir. "Dünya üzerindeki referans sözlüklerin dahi tanımlayamadığı şeyi başkaları nasıl tanımlayacak" demeden biraz daha araştırabilirsiniz internetten, tutarlı mantıklı tanımını bulabilmek için. Ama sonucun değişeceğinden çok umutlu olmayın. Düşünebiliyor musunuz, herkesin hayatında binlerce defa duyduğu bir kelimenin, hatta insanların uğruna mücadele ettiği ve hatta bu mücadele esnasında can bile verdiği iddia edilen bir kavramın daha henüz tanımı yapılmış değil ve kimse de bu durumdan rahatsız da değil. Biraz daha sorgulayalım... Özgürlüğü için, özgürlük mücadelesi için öldüğü söylenen insanlar deniyor diyorum ya, sorumuzu bir de bu iddia üzerinden tekrardan sormaya çalışalım o zaman: Neden özgürlük mücadelesi yapmaya kalkmıştı ki bu insanlar? Neyi eksikti? Neyi yapacaktı ama yapamıyordu o anda ki bunun sonucunda "mücadele"ye başlamıştı. "Şunu yapamıyordu, ama, eğer ki -iddia edilen mücadelesini- başarmış olsaydı, şunu yapmaya başlayacaktı" diyeceğiniz ne var? Dünya üzerinde, özgürlük mücadelesi verdiği iddia edilen kişiler için, bu soruları sorduğunuzda ne cevaplar alıyorsunuz? Acaba insanlar başka şeyin mücadelesini yapıyor da adına özgürlük mü diyor? Nedir özgürlüğün tanımı? Devrim Dersleri hazırlıyorum bir süredir. Daha henüz tamamlayabilmiş değilim. İşlenecek konular, boyutları ve şu ana kadarki geldiğim nokta hakkında bilgi vereyim bu giriş bölümünde: (Boyut için ölçek: Kısa - Orta - Uzun - Çok Uzun - Çok Çok Uzun) 1. DERS: İsmi: Devrim Dersleri - 1: Matematiğin Temelleri Boyut: Kısa - 5 ana başlık. Durumu: %95'i hazır. 2. DERS: İsmi: Devrim Dersleri - 2: Polymorphism Morpheus, Polymorphism Boyut: Çok Uzun - 22 ana başlık. 100'e yakın alt başlık. Durumu: %85'i hazır. 3. DERS: İsmi: Devrim Dersleri - 3: İşletim Sistemi Mimarisi Boyut: Çok Çok Uzun - 7 ana başlık. 100'e yakın alt başlık. Durumu: %80'i hazır. 4. DERS: İsmi: (İsmini belirlemedim henüz) Boyut: Orta - 2 ana başlık. Durumu: Hazır. İlk etapta planladıklarım bunlar(ana ve alt başlık sayıları değişebilir), bundan sonrası da var da şu dördünün altından kalkalım ve 4. derste de özgürlüğün tanımını yapalım inşallah ondan sonrasını daha sonra planlarız. Neyse... Siz özgürlüğün tanımını düşünürken ben şu dersleri bitireyim. |
at 17:22 0 comments
Labels: Genel
22 Haziran 2013 Cumartesi
Kader Anlayışı ve Çok Boyutlu Zaman
Çünkü bir üst boyutu bir alt boyutlu ile yargılıyorsun, düşünüyorsun, hayal ediyorsun.demişim 2007'de "İslamiyet'te Kader Anlayışı" başlığı ile yayınladığımız yazıda. Sorularının ardı arkası kesilmiyor çünkü içine hapsolduğu tek boyutlu olanından sıyrılıp, kaderi anlayabilmek için, çok boyutlu zaman kavramını çözebilmesi gerekiyor insanın. Daha tek boyutlu olanını ifade etmekte zorlanan insanın, çok boyutlu zamanı anlaması beklenmiyor tabiki de. Ki zaten yapılabilenecek şey de değil. Onun için çözebilmekten kastım anlamak değil, anlayamayacağını anlayabilmek. Bazı şeyleri anlamanın tek yolu şeklini görmekten geçer ya, biz de bir şekil üzerinden tekrardan anlatmaya çalışalım bu konuyu.(Şekil örnek olması açısından verilmiştir elbette birebir gerçeğin ifadesi değildir.) Biz tek boyutlu zamanda yaşıyoruz. Üstelik sadece tek boyuta da değil aynı zamanda tek yöne de hapsolmuşuz. Hem tek boyutlu hem de tek yöne doğru akan bir zamanda herşey sırayla oluyor. Az önce bilgisayarının başına oturdun ve şimdi bu yazıyı okuyorsun. Hep adım adım... Ne geriye dönüş var ne de önce olması gereken sonra, sonra olması gereken önce oluyor. Hatta, zamanda yolculuk yapıp 1000 sene önceye dönsen bir sene yaşasan bile senin için bir sene yine geçmiş oluyor. Yani hep tek yöne akan tek boyutlu zaman ile muhatabız.(Zamanda yolculuk dedim de, aklıma geldi, zamanda yolculuğu bir şekilde senaryosunda konu etmiş kaç tane film, dizi biliyorsunuz içinde mantık hatası barındırmıyor olsun? Tek boyutlusu dahi olsa zaman kavramını anlamlandırmanın zorluğunun bir yansımasına örnek olsun diye söyledim) Yukarıdaki şekilde çizgi ile gösterdiğim bir ucunda "OL!" hükmü, öte ucunda kıyamet olan işte bu akışını hissettiğimiz tek boyutlu zamandır.(Çizginin bir genişliği olduğuna bakmayın sadece uzunluğu(tek boyutu) olması gerekiyor) Peki, çok boyutlu zaman olsa idi nasıl olurdu? Hatta hem çok boyutlu hem de tek yönlü olmayan zaman olsa idi? Bilmeye, tasavvur edebilmeye imkan var mı? Nasıl olabilirdi? Yazıyı okuman ile bilgisayarın başına oturman birbirinden tamamen bağımsız olurdu yada önce yazıyı okurdun sonra bilgisayarın başına otururdun. Yada "önce şunu yapardın sonra bunu yapardın"daki öncelik ve sonralık algısı tamamen anlamını yitirirdi. Yukarıda daire(2 boyutlu) şeklinde gösterdiğim ve tek boyutlu zamanın(çizginin) her noktasına(her anına) aynı anda ilelebet değen bu; tasavvurumuzun ötesindeki çok boyutlu zaman. Yada şöyle düşünelim. İçi su dolu bir küre(3 boyutlu) Allah katı olsun, suyun içinde asılı duran çizgi dünya katı. Su(Allah katı), çizginin önce hangi noktasına değiyor diye sormak, suya göre, çizgi üstündeki hangi nokta(tarih) daha önce hangi nokta(tarih) daha sonra diye sormak anlamsızdır. Her noktası su için aynıdır. Aynı; su için, çizginin hangi ucunun başı hangi ucunun sonu olduğunu sormanın anlamsızlığı gibi. Su için fark eder mi? Bir üst boyut için fark eder mi? İşte burada 2 farklı durum var. Birincisi bizim algıladığımız tek boyutlu zaman: Dünya katı. Bir de algılayamadığımız ve doğru isimlendirdiğimden bile emin olamayacağım çok boyutlu zaman: Öncelik ve sonralık algısının bittiği bir alem, zamanın akmadığı yada akıyorsa nasıl aktığının tasavvur edemediğimiz bir alem yani Allah katı. Anlamak çok mu zor? Zor değil imkansız. Onun için anlayamayacağımızı anlamamız yani varlığına iman etmemiz gereken alem. İman edebilmenin bir yönü de budur zaten: anlayamayacağını anlayabilmek. Bu iki farklı zaman kavramına uygun bir şekilde, Kuran'da Allah'ın iki farklı şekilde hitap ettiğini görüyoruz. Ve bunun neticesinde yıllar yılı bu mevzunun insanların aklını nasıl karıştırdığını. Önce ayetleri okuyalım sonra nedenlerini anlamaya çalışalım. Allah Katı için: TAHA 110. Allah onların geçmişlerini de, geleceklerini de bilir. Onların hiçbirinin ilmi ise O'nu kuşatamaz. Dünya Katı için: MUHAMMED 31. Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye(hattâ na'leme) ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz. Not: Yukarıda alıntıladığım ayet meallerinde yazan "ayırt etmeden", "belirleyinceye kadar", "meydana çıkarsın" ifadeleri çevirileri yapanların tevilidir. Ayetlerin hepsinde geçen fiil "bilme"dir. Dikkat ederseniz, Dünya Katı odaklı yani "bilene kadar" ifadesinin geçtiği ayetlerin hepsinde, insanoğlunun yaşadığı sınanma sürecinden de bahsedilmektedir aynı zamanda. "Bilene kadar" ifadesi ile insanın yaşayacağı, Dünya Katına ait olan sınanma süreci hep birlikte zikredilmektedir. Yani insanın yaşayacağı sınanma süreci üzerine ayetler insanın zaman algısına uygun olarak söylenmiştir. Neden? Eğer ki bir insan, kader konusu anlayamaz da, anlayamadığı hali ile yorumlamaya girişirse ne olur? Bugüne kadar olmuş olan şey olur. "Allah yazdı ben oynuyorum" yani suçlarını Allah'a atan, sorumluluk kabul etmeyen kadercilik anlayışı ve bunun üstüne, çıkarımını yaptığı bu yanlış anlayışı bir de yanlış bir şekilde sorgulayışı (madem biliyor neden yarattı, Allah yazdı ise sınanmanın ne manası var gibi sorular) ortaya çıkar. Yanlışı yanlışla sorgulama. Hem çıkardığı sonuç yanlış, hem de çıkardığı sonuç yüzünden sorduğu sorular. İnsanların çok çok büyük kısmının düştüğü ve düşeceği bu yola yani kaderciliğe girilmemesi için; Allah, sorumluluğun sende olduğunu göstermek için sınanmadan bahsederken insanın kendi zaman anlayışına uygun bir şekilde hitap etmiştir ve ayetlerde kendisi için "bilene kadar" demiştir dünya hayatındaki imtihan sürecinden bahsederken. Ama ne yazık ki bu da yanlış anlaşılmış ve tarih içinde ortaya çıkmış bazı gruplara (özellikle mutezile alimleri) "Allah geleceği bilmez" dedirtmiştir. Süreç hakikaten çok ilginç, insanın tasavvur edemeyeceği çok boyutlu zamanı(Allah katını) bir alt katman(Dünya Katı) ile yargılamaya kalkması, dolayısıyla sorumluluk kabul etmeyen kadercilik yani "O yazdı biz oynuyoruz" anlayışının ortaya çıkması, bunun ortaya çıkacağı ezelden bilindiğinden Allah'ın kaderciliğe düşülmesin, bütün sorumluluğun insanın kendisinde olduğu bilinsin diye insanın zaman kavrayışına uygun bir şekilde hitap etmesi yani ayetlerde kendisi için "bilene kadar, öğrenene kadar" demesi. Bu sefer bunun da yanlış anlaşılıp, Allah'ın geleceği bilmediği sonucunun çıkarılması. Oysa ki çıkarılması gereken sonuçlar sadece şunlardı: * Allah'ın bilgisi zamanla değişmez, geçmişi de geleceği de bilir. Allah katı ile ilgili olarak zaman diye bir kavramı kullanmak doğru değildir. En fazla çok boyutlu zamandan ve onu neden tasavvur edemeyişimizden bahsedebiliriz, meselenin ne kadar zor bir mesele olduğunu gösterebilme adına. * Zamanın akışı insan için geçerlidir. Zamanla bir şeyleri öğrenmek ise dünya katına ait bir durumdur. * Yukarıda sıraladığımız ayetlerde geçen "bilene kadar" ifadesi insanın yaşadığı imtihan süreci ile birlikte yani insanın bakış açısına göre zikredilmiştir. Bu, Allah'ın, kaderi doğru anlayamayacak insanın kaderciliğe kaymaması için rahmetinin tecellisinin neticesidir. İnsanın, sınanma sürecini doğru şekilde anlayabilmesi için, insanın ahiretteki halinin Allah tarafından takdir edilişinin, dünya katına uygun olarak -sanki sırayla oluyormuş gibi, sanki bilinmiyor ve insan tercihlerini yapıyor ve o anda ortaya çıkıyor, görülüyormuş gibi- zikredilmesidir. * Kaderciliğe(suçu, günahı başkasına atma, sorumluluk kabul etmeme) kaymadıktan sonra kader konusunda yaptığı hatalardan muaftır insanoğlu. Bunlar da üzerine tefekkür edilebilecek sonuçlar: * Dünya hayatı da aslında sonsuzluğa göre ebedidir. Daha doğru bir ifade ile dünya hayatının ahirete bakan yönü(Allah'ın isimlerini tecellisine mazhar olduğumuz anlar gibi) ebedidir. Diğerleri hiçbir şey ifade etmez. O zaman cennet yada cehennemde olma kavramı da bunların yansıması olarak ortaya çıkar. Yaşadığın hayatın ne ifade ettiği... * Allah, insanın hayatını bir bütün olarak biliyorsa, bir kötülüğü için dünyevi bir cezalandırma yada iyiliği için dünyevi bir mükafatlandırma yani hayatında bir şekilde düzenleme yapacaksa bu illaki geçmişte yaptığı şey(ler) için olmak zorunda değildir. Yapacağı şeyler için de olabilir. Yani 20 yaşınızda cezalandırıyorsanız, bunun sebebi 30 yaşında yapacağınız kötülük olabilir. Bunların ayarlamaları çok boyutlu zamanda takdir edilmiştir. -Tüm yazdıklarım için- En doğrusunu Allah bilir. |
at 22:51 0 comments
Labels: Dini
13 Nisan 2013 Cumartesi
İslam Ümmetçiliğinin Temelleri - 4
Teorileri tutarlı, izahatları
çoğunlukla doğru ve akılcı olsa da, bu, Marx'ın temel bir
noktada hata yapmasına engel olamamıştı ne yazık ki; "günümüze kadar
süregelen tüm insanlık tarihinin, sınıfların çatışma
tarihinden ibaret" olduğunu söyletmişti insanı doğru analiz
edemeyişi. Bunun sonucunda da insanların istifadesine sunduğu
birikiminin, hata yaptığı bu temel nokta üzerine inşa edilmiş
olan kısımları da kaçınılmaz olarak yanlış
çıkıyordu. Hele ki, "şiddet" ile ilgili söyledikleri
yağmacılar için büyük bir istismar kaynağı olacaktı, yıllar içinde.
Not: Yukarıda söylediğim, insanı
doğru analiz edilemeyişi ile ortaya çıkan hatalar silsilesinin
sonuçlarını, daha önce, İslam Ümmetçiliğinin Temelleri - 2 (A'RÂF - 181) yazısında kısmen değinmiştim. O yazıyı
tekrardan hatırlatmış olalım bu vesile ile.
İnsanları kategorize etmem istense,
insanların sadece ikiye ayrıldığını söylerdim. Birinci grup,
hak etmediğini elde etmiş yada elde etme hayali ile yaşayan
insanlar; ikinci grup ise elde ettiğini hak etmediğine inanan
insanlar.
Birinci grup çok çok kalabalıktır,
ikinci grup çok çok az; birinci grup korkak, ikinci grup cesur;
birinci grup avam, ikinci grup havas(avam ve havaslıktan kastedilen
şeyin cahillik yada bilgili, diplomalı vs... olma olmadığını
tekrardan vurgulayalım, nefsi ile hareket edip etmeme durumudur
sadece...); birinci grup taklit ehli, ikinci grup takva; birinci grup
kaybedenler, ikinci grup müslümanlar... ("Ben müslümanım"
diyor ama sorumluluk alması gereken yerlerde hiçbir şeye
karışmıyorsa veya elde ettiklerini kaybetmeyi göze alamıyorsa,
müslümanlığının sadece laftan ibaret olduğunu anlaması lazım
insanın; insanların çok büyük bir çoğunluğu gibi sadece
taklit ehli olduğunun, "nasıl olsa riskini almıyorum hiçbir
şeyin, inandığımı söyleyeyim de eğer Allah varsa başım
belaya girmesin" olarak özetleyeceğimiz dünyanın en mide
bulandırıcı bilinçaltı muhasebesi ile hareket ettiğinin...)
Daha kısa bir ifade ile, elde ettiğini hak etmediğine inananlar ve
diğerleridir, tüm insanlığın sınıflandırılması.
Marx'ın
hatası insanları ve doğasını
doğru analiz edemeyişindedir. Eğer ki insanlık tarihi bir çatışma
üzerine kurulu ise -ki öyle- bu çatışmanın nedeni, birinci
grubun yani "diğerlerinin", hem kendi gibilere hem de
kendisi gibi olmayan ikinci grup insanlara çıkardığı sorunlar,
vermeye çalıştığı zararlardır. Yani mesele "sınıf
farkı" değildir. Bilinç farkıdır. -Marx'ın kendi jargonu ile yazarsak-
Hak etmediğini elde etme
hayali kuran -ve hatta hakkı yenen- bir işçi ile, elde ettiği
şeyleri kaybetmek istemeyen bir kapitalistin temelde hiçbir farkı
yoktur. Daha henüz elde edememiş olan, sadece zamanını
beklemektedir. Yani mesele sınıf farkının olması değildir. İnsanların
hangi bilinçle hareket ettiğidir. Bir insanın hakkının yeniyor olması o
insanı doğrudan iyi insan kategorisine sokmaz. Kötülerle mücadele
edeceği anlamına da gelmez.
Bu yazının asıl konusuna, sayıları
çokça az olan ama her birisi bir orduya bedel, elde ettiklerini
hak etmediğine inanan yani cesur, fedakar insanlara geçmeden önce
birinci grupla yani diğerleri ile ilgili son bir şey daha eklemek
istiyorum. Kuran'da bazı ayetlerde(Maide 60 – Bakara 65 –
Araf 179), kimi insanlarda soru işareti bırakan, insanoğlundan
kimilerinin hayvandan bile daha aşağılık hale büründüğünün
söylenmesi de nefsini doyurma isteği ile meşgul bu insanların,
ihtiyacı olmadığı veya hak etmediği şeylerle her doyuruşunun
bir son değil, bir sonraki isteğini daha da güçlendirmesi
olduğundandır. Allah'ın lanetlemesi de işte bu doymayan kendi ve
eğer varsa suç ortaklarının girdiği körleşme sürecidir, tövbe
kapısının kapanmasıdır. Ne garip, anladığım kadarıyla bu
sürece girildiğinin önemli bir emaresi de yapılanlara dini
ifadeler kullanılmaya başlanmasıdır. Oysa ki yapmamız gereken ve
ihtiyacımız olan şey aklımızı ilim ve tefekkürle meşgul
etmek. Bu kadar.
Birinci grupla ilgili mesele bundan
ibarettir.
Bugün, dünyada az biraz adalet varsa,
az biraz düzen varsa, az biraz huzur, güvenlik varsa bunların
hepsini tarih içinde ortaya çıkmış ikinci grup insanların cesaretlerine borçluyuz.
Onları farklı kılan, yaptığı
fedakarlıkları yapabilmesini sağlayan, inancıdır. Elde
ettiklerini hak etmediğine inanmasıdır. Bu da Allah inancından
kaynaklanır ki, bir insan elde ettiği şeyleri hak etmediğine
inanmıyorsa, aslında Allah'a da inanmıyordur. Eğer ki inanıyorsa;
Fakirlikten, mal varlığının elinden
alınacak olmasından hiç korkmaz, hak ne ise onun mantığını
anlatır, çünkü tokluğu hak ettiğine inanmaz.
Hapsedilmekten, tutsaklıktan hiç
korkmaz, hak ne ise onun mantığını anlatır, çünkü özgürlüğü
hak ettiğine inanmaz.
Küçük düşürülmekten, yalnız
kalmaktan hiç korkmaz, hak ne ise onun mantığını anlatır, çünkü
saygınlığı hak ettiğine inanmaz.
Ölmekten, öldürülmekten hiç
korkmaz, hak ne ise onun mantığını anlatır, çünkü yaşamayı
hak ettiğine inanmaz.
Ve keşif ehlidirler mutlaka, başka
türlü hakkın mantığını anlayamaz ve anlatamaz. İnsanların
karşılaştıkları, çok geniş perspektifte meseleleri izah eden
keşifler yaparlar çünkü akıllarını kullanmaktan korkmazlar.
Tüm zamanlarını büyük bir aşkla ilime ve tefekküre harcamaktan
hiç çekinmezler.
Yani
her anında kendini hep harp
halinde bulmuş olacaktır(Şuara/51-73). İnsanlık tarihinde çok
farklı renklerde gözükmüş olan, insanları harcamaya çalışmaktan
başka hiçbir şey yapmayan zalim rant çeteleri(ihtiyaçları olmayanı,
hak etmediklerini elde etmeye çalışan avam toplulukları) ile hep
karşı karşıya bulmuş olacaktır kendisini, istese de istemese de. Öbür
türlü olanlara göz yummuş olurdu. Bu karşı karşıya buluş insanların
karar vermesi üzerine değil sünnetullah üzerinedir.
Tevazu
işte tam budur. Bir şey
dendiğinde, lafta, "aman efendim estağfurullah" yada
belli başlı kelime, tavır şablonlarını sunmak demek
değil. Elde ettiği şeyleri hak etmediğine inanmaktır. Elde
ettiklerini hak etmediğine inanmayı başaran kişi mütevazi olmayı
da başarmıştır. Mütevazi olduğu için cesur ve mücadele ehli olmuştur.
Onlar mücadele etmişler, insanlar az biraz da olsa rahat yüzü görmüşler.
Cesur olmak, rant çetelerine -ne kadar
kalabalık olursa olsunlar- taviz vermemek, tevazu, kul hakkı
taşımamak, adil olmak; elde ettiğin hak etmediğine inanmak,
fedakar olmak. Hepsi birbirine eşittir. Biri var da öteki yok diye
bir şey olamaz. Hepsi birbirine ve en sonda ise müslüman olmuşluğa
eşittir.
Dedim ya, insanlık tarihinde çok az
sayıda olan ve yaptıkları ile mücadeleleri ile bugün az biraz da
olsa rahat ve adalet yüzü görmemize vesile olan bu insanlardır ve
koca koca ordulara bedeldirler diye. Ümmetçiliğin Temelleri
serisinde mutlaka anlatılması gereken, bu dava için
gösterilebilecek örnek insanın tasvirini işaret ettiğini
düşündüğüm ayette(AllahuAlem) ne gariptir ki, Allah -"ümmet"
kelimesi ile- bize, bu davaya örnek gösterilecek o tip bir insanın
başlı başına bir "ümmet" olduğunu bildirmiş:
Ayrıca, yine aynı peygamber için, ismi ile birlikte anılan bir de "millet"e işaret edilmiştir: Al-i İmran 95. De ki: "Allah Teâlâ sâdıktır. Artık Hanîf olan İbrahim milletine tâbi olunuz. Ve o asla müşriklerden olmamıştır"
Allah'ın, İbrahim(a.s) adı ile bir
"millet"e işaret etmesi, kendisi için ise başlı başına
"ümmet"ti demesi ve bunlarla birlikte, gerçekleştirdiği kıyamını, müşriklere(rant çetelerine) hiç taviz
vermemesini vurgulaması, bu davanın yolcusunun kendisine alacağı
örnek olmalıdır
|
at 14:40 0 comments
Labels: Dini
19 Şubat 2013 Salı
Müslüman Olmak Nedir? Ne Değildir?
Müslümanlık nefsi değil; şeytanı
yenebilmektir... Nefs başkadır, şeytan başka. İman başkadır,
sevap ve günah başka. Ruh başkadır, melek başka... Tüm bunları,
yani insanı ve etkileşimde olduğu tabiatını meydana getiren
parçaları tefekkür ederken aklıma düşmüş bir cümle idi,
müslümanlık nefsi değil; şeytanı yenebilmektir.
Ama kurtuluş için şeytanı yenip
müslüman olmak yeterli olmayacak aynı zamanda müslümanlığını
muhafaza etmeyi de başarmalıdır insanoğlu. Çünkü kurtuluşa
ulaşabilmek iki aşamalı bir süreçtir. Birinci aşamada; insan,
doğayı, varoluşu sorgulayarak yani ilim ve tefekkür ile kendisini
inanmaya, nefsini ilah edinmesini engelleyecek, şükrettirecek bir
inanca yönlendirerek şeytanı yenmelidir; bu süreci başarı ile
geçtiyse, evet o anda müslüman oldu demektir ama ne yazık ki
kurtuluşa ulaştıran süreç orada bitmeyecek, bir konuda daha
başarılı olması gerekecek, o da, bu inancını, kendine düşkünlük
ve kolaycılık özelliği ile dünyevi inanç yani putperestlik
haline getirmeye çalışacak nefsi ile ölene kadar devam edecek
mücadelesinde. İnsanoğlu bir şekilde inanarak yada inandığını
söyleyerek, sorumluluklarını yerine getirdiği yanılsamasına
düşebiliyor. Evet, bir şekilde inançlı olabilir insan ama bu
eşittir müslüman demek değildir. Çünkü bir sonraki aşamada,
nefsin kolaycılığı ve kendine düşkünlüğü, inancını
"dünyada mutlu edecek", "dünyevi isteklerini yerine
getirecek" bir tanrı inancına, -insanlığın varoluşundan
beri hep yönelmeye hazır olduğu- çıkar dinine yani putperestliğe
sürükleyebilir insanı. Tüm bunların bilincinde olmak gerekiyor Hak
inancı devam ettirebilmek için. Yani hayatımız boyunca nefsimizle
mücadele de edeceğimizin, şeytanı yenmenin kurtuluş için
yeterli olamayabileceğini de anlamak gerekiyor.
Bilinmelidir ki, İslam'da, putperest
olarak vasıflandırılmış insanlar da imanlı insanlardı.
Kendilerini hak yolda görüyorlardı. Ateist de değillerdi. Hatta
çok da dindardılar. O zaman, Kur'anda tekrar tekrar anlatılan, hak
yolda olduğundan emin putperestleri, geçmişte yaşamış ölmüş
tarihi karakterler olarak düşünüyorsak, başlamadan kaybettik
demektir. Çünkü o putperestler, bugün de tüm sıfatları ile
varlıklarını devam ettirmekte olan aynı insanlar. O hale düşmemek
için, ne yazık ki tarihin değişmeyen tekerrürü olarak,
günümüzde de yerini çoğunlukla putperestliğe bırakmış Hak
dini anlayabilmemiz, putperestlikten farkını görebilmemiz
gerekiyor ki, hak yolun bir parçası olabilelim inşallah. Hak dini
anlayabilmek de insanı ve etkileşim halinde olduğu tabiatını
biraraya getiren parçalarını anlamaktan geçiyor. Öyleyse, önce
parçalardan başlayalım daha sonra örneklerle devam edelim.
Bunlar insanı ve etkileşim halinde olduğu tabiatını oluşturan parçalar ve işleyişleri idi. Bu haliyle fazla berrak değil mi? Bence fazla berrak. Çünkü gerçeklik bu kadar berrak değil; daha karmaşık. Peki eksik olan ne? Yukarıda dedim ya, nefsin bir özelliği daha var, onu anlatmadan önce Ruh'u anlatmam gerekiyor diye. İşte o, yukarıda eksik olan, insan doğasını karmakarışık hale getiren özelliği, Ruh'a ait ne varsa nefsin onu taklit edebilme yeteneği. Çıkarını fedakarlığıymış gibi gösterebilmesi; ilahlık isteğini mütevaziliğiymiş gibi gösterebilmesi; şehvetini, saplantılarını aşkmış gibi gösterebilmesi... İnsanın artık bu farkları anlayamayacak kadar körleşmesi. Ve en sonunda yaptığı kötülüklere, günahlarına dahi dini(kutsal) çıkarımlarda bulunmaya başlaması. Günahkarlıktan sapıklığa geçiş...
Günahkar olma ile
sapık olma arasında fark nedir? Sapıklık günahkarlığın özel
bir durumudur. Sapıklık, günaha girerken kendine dini(kutsal)
çıkarım yaparak seni uyarabilecek hiçbir şeyi bırakmamandır.
Tabiri caizse meleğin ve vicdanının(fıtratının) ağzını kapamandır. Yani
girilen günahın büyüklüğü ile alakalı değildir sapıklık.
Girdiğin en küçük günahta bile sapık olma ihtimali vardır.
Dindarlık ise
müslüman olmayı başardıktan sonra kıymetlidir. Müslüman
olmadan dindar olmak, günümüz toplumunda, aslında insanlık
tarihinde çokça görülen ve görülmeye devam eden bir durumdur.
Müslüman olmadan dindar olmak yani tefekkür etmeden, ilimle
uğraşmadan dindar olmak da zaten nefsin kolaycılığının
yansımasıdır.
İman dışında,
şemadaki bütün ifadeleri açıkladık; iman en sona. Şimdi bir
örnekle devam edelim.
Nefsin Ruh'u
taklit etmesi veya başka bir ifade ile dünyevi kavramları uhrevi
konularmış gibi aktarmasına en güzel örnek tasavvuf
kitaplarıdır. Hayatı boyunca tasavvuf kitapları okumuş ve
istifade ettiği konular da olan bir insan olarak şunu
söyleyebilirim, bu külliyatının büyük çoğunluğunun altında
göreceğiniz tek şey güç gösterisi ve makamlardır. Sözde
dünyevi makamları reddetmiş olacağız derken, bin bir çeşit sözde
uhrevi, gerçekte dünyevi makamlar uydurulmuş tarih içinde. Yani insanın makam sevgisi ve kolaycılığına aceleciliği de eklenmiş, daha
hazır olunmadan kahramanlığa soyunulmuş ve sonucunda bir taraftan sıkayım
derken öteki taraftan patlamış; dünyevi makamları reddetmiş
olmanın bile, dünyevi bir makam, saygınlık aracı olduğunu
bilinçaltı muhasebelerinde anlayıp, yine makamlardan
vazgeçememişler. Başından beri söylediğim gibi, işin kötü
yanı o ya, o makamları bir de, uhrevi makamlar yani "dini"
bir şey zannetmişler. Zannettirmişler. Çoğunluğu kurgudan ibaret
olan kıssalarda, her zaman galip gelen, keramet(olağanüstülük)
gösteren, hep hazır cevap kahramanlar oluşturulmuş. Yani farkında
olmadan uzaklaştıklarını iddia ettikleri nefslerinden,
uzaklaşamamışlar üstüne nefsin en büyük zevki olan "saygı
duyulmayı", "hayran olunmayı" bu işin merkezine
oturtmuşlar. Bugün de dünyada, tasavvuf iddiasındaki tarikatlarda
yaşananlar çoğunlukla bundan ibarettir. Bu hikayeleri okuyup o
hikayelerdeki hayal kahramanlarının görünüşlerini taklit eden,
ettiği için de saygı gören ve göreceğinin de farkında kimi nefsi
emmareler.
Makamlardan
başları dönenler sadece tasavvuf kitapları yazan kimi insanlar
mı! "Halk kahramanı" olmaya kalkmış, galeyancı,
insanların başını belaya sokmaktan başka hiçbir işe yaramayan
avamların sayısı da hiç az değil. Sözün özü kendine ne derse
desin, ister müslüman ister değil avam hep aynı avam.
Hala daha konu başlığını
cevaplamadık. Nedir İslam? Neden Hak dindir? İmanlı olmak, Hak
dinin bir parçası, müslüman olmak nedir?
İslamiyet hak dindir çünkü bize
aklımızı kullanmamızı emreder, mantığını kurabil ki iman etmiş sayılasın der. -Akıl sadece mantık ile çalıştığı için- meselelerin
mantığını çözebilmek için ilmin üzerimize farz olduğunu
söyler. Her çeşit ilim... İmanın ilim ve tefekkür sonucu
hayrete düşürecek yaratıcı için olmasını; çıkar hesabı
üzerine kurulu olanın zaten hak iman yani aşk olamayacağını
söyler. İşin kolayına kaçmaya kalkma, gayb
avcılığı yapma der... Sana dünya hayatı vaat edilmiyor; aceleci olma, dünyevi sonuçlar çıkarma ve bekleme der. Allah'ın lütfundan iste der, dünya için
yani kıskançlığından dolayı değil. Adil ol, haksızlık yapma
der. İhtiyacın kadarını al, gerisini feda et. Bunu yap ki dünyevi
arzuların yok olsun, cesur olabilesin... Dünya hayatının
geçiciliğini vurgular; lafzen onun zevklerine önem verme ki,
kendini feda edebilesin der. Önce zamanını feda et, ilimle
tefekkürle geçir, ürettiğin ne varsa insanların yararı için
yap, varsa maddi durumun onu da feda et; masumun, ihtiyaç sahibinin
adaleti için mücadele et ve gerektiğinde zaten canını da feda
edeceksin der... Bu imtihan dünyasında her
konuda, önce kendi hayatında adaletli olmak, adaleti sağlamak senin
görevin der. Bunun yolu ise dünyevi zevklerden vazgeçip Ruh'unla
hareket etmende yatar der... Kısacası yukarıdaki şemayı anlatır
bize; bunları tefekkür etmemizi ve mantığını çözmemizi. İşte o mantığı çözebilmek de iman etmek oluyor.
Delilleri fark edebilmek, fark edebilecek seviyeye gelmek yani adı konulmuş hali ile tahkiki
iman... Tahkiki iman, ancak ilim ve tefekkürle mümkün olan
delillerle kuvvetlendirilmiş imandır denmiş; geriye kalan ise sadece
çevreden görerek elde edilmiş -kurtuluşu çok zayıf- taklidi iman. Marifetullah'dan bahsetmiş İslam alimleri, Allah'ı bilmekten; imanden bilmeğe geçişten... Mantığını
kurdukça, ilmini artırıp, hayran oldukça Allah'ı bilmeye yaklaşırsın adım adım elbet; ama her
zaman bir şeyler eksiktir. Çünkü Allah'ın zatını göremiyorsun.
Onun da mantığını kurarsın, dersin ki zaten görürsem o zaman
Allah da dünyevi olur, o zaman Allah olmaz. Yine kaldığın yerden
devam edersin, doğru bir şekilde iman etmeye. Ölene kadar
inşallah...
Müslümanın Olmanın Tanımı: Bu yazıyı ilk yayımladığım zaman(19.02.2013) müslüman olmanın tanımını "Hayatta, elde ettiği şeyleri hak etmediğine inanan insan" olarak yapmıştım. Yanlış mı? Doğru. Ama bu bir alt tanım. Bunun bir üstünde asıl kaynağı belirten bir ifade var. Ana tanımı o şekilde yapıp alt tanımları akabinden ekleyelim. Bir insan Allah'a inanarak müslüman olamaz. Müşriklerde inançlıymış. Bir insan ibadet ederek de müslüman olamaz, müşrikler de dindarmış. Bir insan peygamber kavramına inanarak da müslüman olamaz. Her dinin hatta müşriklerin de kabul ettikleri peygamberler varmış. Zaten peygambere iman, diğer iman kavramlarından çok farklı bir kulvardadır çünkü iman edilmesi istenen diğer kavramlar görülemeyen şeyler iken, peygamber o zaman o ayetlerin birinci dereceden muhataplarının gördüğü bir insandı. Dolayısıyla burada iman edilmesi istenen şey "peygamberin varlığı" değil, hakkı söylemiş olduğudur yani bir "dine" imandır. Fakat bu durum zaten müslüman olunan an ile birebir yaşanan bir iman olduğu için, "peygambere imanı" da müslüman olmanın tanımı içine alamayız. Bir daha ifade edeyim: Herhangi bir dine tabi olan herkes bir peygamber yada önder kabul etmiştir zaten. Bu dine iman ile birebir eş değerdir. İslam için konuşursak, bir insanın peygambere inanmadan müslüman olması yada müslüman olmadan peygambere iman etmesi gibi bir durumdan bahsedemeyiz. Ama bu durum zaten bütün dinlerin yada öğretilerin ortak vasfıdır zaten. Bir dini kabul etmişsen, onun peygamberini de zaten kabul etmişsindir. Ayetlerde geçen Allah'a ve peygamberine iman edinden kasıt elbette peygamberin getirdiğine iman edindir. Peki peygamberin getirdiğinde ne vardı ki, müslümanı diğerlerinden ayırt ediyordu? Müşrikler de Allah'a inanıyorsa, onlar da ibadet ediyorsa, her dinin mensubunun iman ettiği bir peygamberi yada daha genel ifade ile önderi varsa; müslüman olabilmenin anahtar noktası neydi? "Ahiret gününe iman" Müslüman: Ahiret gününe iman etmiş kimsedir. Bir insanın bir yaratıcıya yönelmesi, hatta inancını kişinin dünyadaki isteklerini yerine getiren bir güç halinde yaşaması çok sık rastlanan bir durumdur ve dünyevi çıkarları ile değil çatışmak, bunu destekleyen bir durum olması onu inanca sevk edebilir, ki çoğunluğun yaşadığı durum budur. İbadet etmesi hatta görünürde fedakarlık yapıyormuş gibi gözükmesi de bu çıkar hesabından kaynaklanır. Çıkarını fedakarlığı gibi göstermesi. Bir nevi dünyevi isteklerini yerine getirene borç ödemek gibi. Onun için bir insan ibadet ederek de müslüman olamaz. Her şeyin başlangıcı "ahiret gününe iman"dan geçer. Bu çok zordur işte. Onun için hayatta çok dindar, çok inançlıymış gibi gözüken insanları, hayatın gerçekleri ile baş başa kaldığında ne ağzına, ne gelirine, ne de başka yerlerine hakim olabildiklerine şahit oluyoruz. Ahiret gününe iman edemediği için. Bir insan ahiret gününe iman edebilmişse, elde ettiği şeyleri hak etmediğine inanabiliyor demektir.. Bir insan ahiret gününe iman edebilmişse, fedakarlık yapabiliyor demektir. Bir insan ahiret gününe iman edebilmişse müslüman olabilmiş demektir. Tam tersten söylersek, bir insan elde ettiği şeyleri hak etmediğine inanıyorsa ahiret gününe inanabilmiş demektir; fedakarlık yapabiliyorsa, ahiret gününe inanabilmiş demektir. Yani bunların hepsi birbirine eşittir. Biri var diğer yok diye bir şey olmaz. Bir insan Allah'ın varlığına iman ederek inançlı olur, ahirete iman ederek müslüman olur. Onun için Kur'an-ı Kerim'de sayısız ayette, "Allah'a ve ahiret gününe iman" diyerek ahirete iman, Allah'a iman ile yanyana zikredilmektedir. Eğer başarmışsa ahirete imanı, dünyevi korkular biter, fedakarlık yapabilmeye başlar ki bu da müslüman olabildiğin gösterir. Müslüman olmanın bir çok alt tanımından öne çıkan, aslında diğer tanımlardaki hallerin de tetikleyicisi olan tanımı budur: Ahirete iman. Hesap vereceğinin farkında olmak, yani sorumluluğun bilincinde olmak...
Not: Bu yazı 2007 yılında yayınladığım, 4 yazılık "Müslüman olmak Nedir? Ne
Değildir?" serisinin derlenmiş, düzenlenmiş halidir.
|
at 14:17 0 comments
Labels: Dini
6 Şubat 2013 Çarşamba
İslam Ümmetçiliğinin Temelleri - 3: Ulus - Devlet
Ulus nedir? Ulus Devlet nedir? Tarihi süreçte nasıl şekillenmiştir? Hangi sorunları çözmüş; hangi ihtiyaçlara cevap olmuştur? Bir adım ileriye nasıl götürebiliriz?... |
at 13:32 2 comments
Labels: Genel