Hemen her cami yardımlaşma derneğinde yazılı büyük bir levhası bulunan ve camilere yardım toplarken de sık sık vurgulanan Tevbe 18 üzerinden kısaca açıklamaya çalışayım İslam'da şekilcilik meselesini. Tevbe 18. Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.Bu hali ile bu ayet mealinden ne anlaşılıyor? Parayı ver, "Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olma, Allah'tan başkasından korkmama..." sıfatlarını kap. Değil mi? Hatta, şöyle olsun, hayatın boyunca gayet kuralsızca yaşa, hesabında nasıl elde ettiğin belli olmayan da yüklü bir miktarda para olsun, önemli değil; yaşlanınca yaptır bir cami, bitti gitti. Ayette de öyle söylüyor zaten. Değil mi?! Değil. Olay şöyle gerçekleşiyor. Mekkeli müşrikler, Kabe'yi tamir etmeye kalkışıyorlar. Ve ediyorlar da... Bu durum üzerine, önce, Tevbe 18'deki ifadeyi tersten okumamız gerektiğini anladığımız Tevbe 17 ayeti geliyor ve Allah buyruyor ki: Allah’a ortak koşanların, inkârlarına bizzat kendileri şahitlik edip dururken, Allah’ın mescitlerini imar etmeleri düşünülemez. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlar ateşte ebedî kalacaklardır. (Tevbe 17)ve hemen akabinde ise, Tevbe 18: Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.Yani, sizde ahiret gününe iman, namazı dosdoğru kılma(yani ibadetini salih bir şekilde yapma), Allah'tan başkasından korkmama sıfatları yoksa, bu durumda değilseniz; ne olursa olsun yaptığınız şeylerin hiçbir kıymeti yok demektir. Ne acıdır ki, -lafzen-, söylenilen haller, sıfatlar yoksa, yaptığınız şeyler boşunadır, diyen ayet, "yardım et, sıfatı al" şeklinde kullanılır olmuş. Gerçekten çok ilginç. Anlamı çarpıtılan, istismar edilen birçok ayete şahit oldum da; kastettiği şeyin tam zıttı için kullanılma, bu ayet için tek olsa gerek. "İslamda şekilcilik yoktur". Ne denmeye çalışılıyor? Şekilcilikten kastedilen, insanın çok meyilli olduğu asıl sorumluluklarından kaçma ve kolaycılığıdır. O zaman "İslam'da şekilcilik yoktur" ifadesinin daha anlaşılır hali, "şekilciliğin Allah katında bir kıymeti yoktur" şeklinde olmalıdır. Kolaycılığa kaçarak kendimizden başka kandırdığımız kimse yoktur. Tevbe 17-18 üzerinden anlatılan mesele, İslamiyette bulunan her emre, ibadete uyarlanabilir. Allah'a yönelişin hukuku açısından belli başlı kurallara, ritüellere uyarız ama asla bu ritüeller, özün önüne geçemez, yerini de alamaz. Tevbe 17 ve 18 bunun delilidir.(AllahuAlem) |
14 Aralık 2013 Cumartesi
İslam'da Şekilcilik: Tevbe - 18
at 15:34 0 comments
Labels: Dini
29 Kasım 2013 Cuma
Devrim Dersleri - 1: Matematiğin Temelleri
Devrimcilik... Yararlanılan kaynaklar: 1. Understanding Digital Signal Processing (2nd Edition), Richard G. Lyons, Prentice Hall 2. Who Is Fourier? A Mathematical Adventure 2nd Edition, Transnational College of Lex 3. Wikipedia |
at 02:37 2 comments
Labels: Genel
25 Ağustos 2013 Pazar
Devrim Derslerine Giriş
Bir insan tanımını bilmediği şeyin nasıl mücadelesini verebilir? Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî Bu ne demek, neyin tanımı, yukarıdaki ifadenin nasıl gerçekliği olur, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu nasıl gerçekleşir? Bu tanımdan bir anlam çıkarılabilmek pek mümkün gözükmüyor. Mesela, en basitinden, yaşamak için oksijene bağlı olman bile bir kısıtlamadır senin için, ki, o zaman bu bağlamda, bu tanıma bağlı kalırsak özgürlük diye bir gerçekliğin olması zaten mümkün değildir. "Dünya üzerindeki referans sözlüklerin dahi tanımlayamadığı şeyi başkaları nasıl tanımlayacak" demeden biraz daha araştırabilirsiniz internetten, tutarlı mantıklı tanımını bulabilmek için. Ama sonucun değişeceğinden çok umutlu olmayın. Düşünebiliyor musunuz, herkesin hayatında binlerce defa duyduğu bir kelimenin, hatta insanların uğruna mücadele ettiği ve hatta bu mücadele esnasında can bile verdiği iddia edilen bir kavramın daha henüz tanımı yapılmış değil ve kimse de bu durumdan rahatsız da değil. Biraz daha sorgulayalım... Özgürlüğü için, özgürlük mücadelesi için öldüğü söylenen insanlar deniyor diyorum ya, sorumuzu bir de bu iddia üzerinden tekrardan sormaya çalışalım o zaman: Neden özgürlük mücadelesi yapmaya kalkmıştı ki bu insanlar? Neyi eksikti? Neyi yapacaktı ama yapamıyordu o anda ki bunun sonucunda "mücadele"ye başlamıştı. "Şunu yapamıyordu, ama, eğer ki -iddia edilen mücadelesini- başarmış olsaydı, şunu yapmaya başlayacaktı" diyeceğiniz ne var? Dünya üzerinde, özgürlük mücadelesi verdiği iddia edilen kişiler için, bu soruları sorduğunuzda ne cevaplar alıyorsunuz? Acaba insanlar başka şeyin mücadelesini yapıyor da adına özgürlük mü diyor? Nedir özgürlüğün tanımı? Devrim Dersleri hazırlıyorum bir süredir. Daha henüz tamamlayabilmiş değilim. İşlenecek konular, boyutları ve şu ana kadarki geldiğim nokta hakkında bilgi vereyim bu giriş bölümünde: (Boyut için ölçek: Kısa - Orta - Uzun - Çok Uzun - Çok Çok Uzun) 1. DERS: İsmi: Devrim Dersleri - 1: Matematiğin Temelleri Boyut: Kısa - 5 ana başlık. Durumu: %95'i hazır. 2. DERS: İsmi: Devrim Dersleri - 2: Polymorphism Morpheus, Polymorphism Boyut: Çok Uzun - 22 ana başlık. 100'e yakın alt başlık. Durumu: %85'i hazır. 3. DERS: İsmi: Devrim Dersleri - 3: İşletim Sistemi Mimarisi Boyut: Çok Çok Uzun - 7 ana başlık. 100'e yakın alt başlık. Durumu: %80'i hazır. 4. DERS: İsmi: (İsmini belirlemedim henüz) Boyut: Orta - 2 ana başlık. Durumu: Hazır. İlk etapta planladıklarım bunlar(ana ve alt başlık sayıları değişebilir), bundan sonrası da var da şu dördünün altından kalkalım ve 4. derste de özgürlüğün tanımını yapalım inşallah ondan sonrasını daha sonra planlarız. Neyse... Siz özgürlüğün tanımını düşünürken ben şu dersleri bitireyim. |
at 17:22 0 comments
Labels: Genel
22 Haziran 2013 Cumartesi
Kader Anlayışı ve Çok Boyutlu Zaman
Çünkü bir üst boyutu bir alt boyutlu ile yargılıyorsun, düşünüyorsun, hayal ediyorsun.demişim 2007'de "İslamiyet'te Kader Anlayışı" başlığı ile yayınladığımız yazıda. Sorularının ardı arkası kesilmiyor çünkü içine hapsolduğu tek boyutlu olanından sıyrılıp, kaderi anlayabilmek için, çok boyutlu zaman kavramını çözebilmesi gerekiyor insanın. Daha tek boyutlu olanını ifade etmekte zorlanan insanın, çok boyutlu zamanı anlaması beklenmiyor tabiki de. Ki zaten yapılabilenecek şey de değil. Onun için çözebilmekten kastım anlamak değil, anlayamayacağını anlayabilmek. Bazı şeyleri anlamanın tek yolu şeklini görmekten geçer ya, biz de bir şekil üzerinden tekrardan anlatmaya çalışalım bu konuyu.(Şekil örnek olması açısından verilmiştir elbette birebir gerçeğin ifadesi değildir.) Biz tek boyutlu zamanda yaşıyoruz. Üstelik sadece tek boyuta da değil aynı zamanda tek yöne de hapsolmuşuz. Hem tek boyutlu hem de tek yöne doğru akan bir zamanda herşey sırayla oluyor. Az önce bilgisayarının başına oturdun ve şimdi bu yazıyı okuyorsun. Hep adım adım... Ne geriye dönüş var ne de önce olması gereken sonra, sonra olması gereken önce oluyor. Hatta, zamanda yolculuk yapıp 1000 sene önceye dönsen bir sene yaşasan bile senin için bir sene yine geçmiş oluyor. Yani hep tek yöne akan tek boyutlu zaman ile muhatabız.(Zamanda yolculuk dedim de, aklıma geldi, zamanda yolculuğu bir şekilde senaryosunda konu etmiş kaç tane film, dizi biliyorsunuz içinde mantık hatası barındırmıyor olsun? Tek boyutlusu dahi olsa zaman kavramını anlamlandırmanın zorluğunun bir yansımasına örnek olsun diye söyledim) Yukarıdaki şekilde çizgi ile gösterdiğim bir ucunda "OL!" hükmü, öte ucunda kıyamet olan işte bu akışını hissettiğimiz tek boyutlu zamandır.(Çizginin bir genişliği olduğuna bakmayın sadece uzunluğu(tek boyutu) olması gerekiyor) Peki, çok boyutlu zaman olsa idi nasıl olurdu? Hatta hem çok boyutlu hem de tek yönlü olmayan zaman olsa idi? Bilmeye, tasavvur edebilmeye imkan var mı? Nasıl olabilirdi? Yazıyı okuman ile bilgisayarın başına oturman birbirinden tamamen bağımsız olurdu yada önce yazıyı okurdun sonra bilgisayarın başına otururdun. Yada "önce şunu yapardın sonra bunu yapardın"daki öncelik ve sonralık algısı tamamen anlamını yitirirdi. Yukarıda daire(2 boyutlu) şeklinde gösterdiğim ve tek boyutlu zamanın(çizginin) her noktasına(her anına) aynı anda ilelebet değen bu; tasavvurumuzun ötesindeki çok boyutlu zaman. Yada şöyle düşünelim. İçi su dolu bir küre(3 boyutlu) Allah katı olsun, suyun içinde asılı duran çizgi dünya katı. Su(Allah katı), çizginin önce hangi noktasına değiyor diye sormak, suya göre, çizgi üstündeki hangi nokta(tarih) daha önce hangi nokta(tarih) daha sonra diye sormak anlamsızdır. Her noktası su için aynıdır. Aynı; su için, çizginin hangi ucunun başı hangi ucunun sonu olduğunu sormanın anlamsızlığı gibi. Su için fark eder mi? Bir üst boyut için fark eder mi? İşte burada 2 farklı durum var. Birincisi bizim algıladığımız tek boyutlu zaman: Dünya katı. Bir de algılayamadığımız ve doğru isimlendirdiğimden bile emin olamayacağım çok boyutlu zaman: Öncelik ve sonralık algısının bittiği bir alem, zamanın akmadığı yada akıyorsa nasıl aktığının tasavvur edemediğimiz bir alem yani Allah katı. Anlamak çok mu zor? Zor değil imkansız. Onun için anlayamayacağımızı anlamamız yani varlığına iman etmemiz gereken alem. İman edebilmenin bir yönü de budur zaten: anlayamayacağını anlayabilmek. Bu iki farklı zaman kavramına uygun bir şekilde, Kuran'da Allah'ın iki farklı şekilde hitap ettiğini görüyoruz. Ve bunun neticesinde yıllar yılı bu mevzunun insanların aklını nasıl karıştırdığını. Önce ayetleri okuyalım sonra nedenlerini anlamaya çalışalım. Allah Katı için: TAHA 110. Allah onların geçmişlerini de, geleceklerini de bilir. Onların hiçbirinin ilmi ise O'nu kuşatamaz. Dünya Katı için: MUHAMMED 31. Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye(hattâ na'leme) ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz. Not: Yukarıda alıntıladığım ayet meallerinde yazan "ayırt etmeden", "belirleyinceye kadar", "meydana çıkarsın" ifadeleri çevirileri yapanların tevilidir. Ayetlerin hepsinde geçen fiil "bilme"dir. Dikkat ederseniz, Dünya Katı odaklı yani "bilene kadar" ifadesinin geçtiği ayetlerin hepsinde, insanoğlunun yaşadığı sınanma sürecinden de bahsedilmektedir aynı zamanda. "Bilene kadar" ifadesi ile insanın yaşayacağı, Dünya Katına ait olan sınanma süreci hep birlikte zikredilmektedir. Yani insanın yaşayacağı sınanma süreci üzerine ayetler insanın zaman algısına uygun olarak söylenmiştir. Neden? Eğer ki bir insan, kader konusu anlayamaz da, anlayamadığı hali ile yorumlamaya girişirse ne olur? Bugüne kadar olmuş olan şey olur. "Allah yazdı ben oynuyorum" yani suçlarını Allah'a atan, sorumluluk kabul etmeyen kadercilik anlayışı ve bunun üstüne, çıkarımını yaptığı bu yanlış anlayışı bir de yanlış bir şekilde sorgulayışı (madem biliyor neden yarattı, Allah yazdı ise sınanmanın ne manası var gibi sorular) ortaya çıkar. Yanlışı yanlışla sorgulama. Hem çıkardığı sonuç yanlış, hem de çıkardığı sonuç yüzünden sorduğu sorular. İnsanların çok çok büyük kısmının düştüğü ve düşeceği bu yola yani kaderciliğe girilmemesi için; Allah, sorumluluğun sende olduğunu göstermek için sınanmadan bahsederken insanın kendi zaman anlayışına uygun bir şekilde hitap etmiştir ve ayetlerde kendisi için "bilene kadar" demiştir dünya hayatındaki imtihan sürecinden bahsederken. Ama ne yazık ki bu da yanlış anlaşılmış ve tarih içinde ortaya çıkmış bazı gruplara (özellikle mutezile alimleri) "Allah geleceği bilmez" dedirtmiştir. Süreç hakikaten çok ilginç, insanın tasavvur edemeyeceği çok boyutlu zamanı(Allah katını) bir alt katman(Dünya Katı) ile yargılamaya kalkması, dolayısıyla sorumluluk kabul etmeyen kadercilik yani "O yazdı biz oynuyoruz" anlayışının ortaya çıkması, bunun ortaya çıkacağı ezelden bilindiğinden Allah'ın kaderciliğe düşülmesin, bütün sorumluluğun insanın kendisinde olduğu bilinsin diye insanın zaman kavrayışına uygun bir şekilde hitap etmesi yani ayetlerde kendisi için "bilene kadar, öğrenene kadar" demesi. Bu sefer bunun da yanlış anlaşılıp, Allah'ın geleceği bilmediği sonucunun çıkarılması. Oysa ki çıkarılması gereken sonuçlar sadece şunlardı: * Allah'ın bilgisi zamanla değişmez, geçmişi de geleceği de bilir. Allah katı ile ilgili olarak zaman diye bir kavramı kullanmak doğru değildir. En fazla çok boyutlu zamandan ve onu neden tasavvur edemeyişimizden bahsedebiliriz, meselenin ne kadar zor bir mesele olduğunu gösterebilme adına. * Zamanın akışı insan için geçerlidir. Zamanla bir şeyleri öğrenmek ise dünya katına ait bir durumdur. * Yukarıda sıraladığımız ayetlerde geçen "bilene kadar" ifadesi insanın yaşadığı imtihan süreci ile birlikte yani insanın bakış açısına göre zikredilmiştir. Bu, Allah'ın, kaderi doğru anlayamayacak insanın kaderciliğe kaymaması için rahmetinin tecellisinin neticesidir. İnsanın, sınanma sürecini doğru şekilde anlayabilmesi için, insanın ahiretteki halinin Allah tarafından takdir edilişinin, dünya katına uygun olarak -sanki sırayla oluyormuş gibi, sanki bilinmiyor ve insan tercihlerini yapıyor ve o anda ortaya çıkıyor, görülüyormuş gibi- zikredilmesidir. * Kaderciliğe(suçu, günahı başkasına atma, sorumluluk kabul etmeme) kaymadıktan sonra kader konusunda yaptığı hatalardan muaftır insanoğlu. Bunlar da üzerine tefekkür edilebilecek sonuçlar: * Dünya hayatı da aslında sonsuzluğa göre ebedidir. Daha doğru bir ifade ile dünya hayatının ahirete bakan yönü(Allah'ın isimlerini tecellisine mazhar olduğumuz anlar gibi) ebedidir. Diğerleri hiçbir şey ifade etmez. O zaman cennet yada cehennemde olma kavramı da bunların yansıması olarak ortaya çıkar. Yaşadığın hayatın ne ifade ettiği... * Allah, insanın hayatını bir bütün olarak biliyorsa, bir kötülüğü için dünyevi bir cezalandırma yada iyiliği için dünyevi bir mükafatlandırma yani hayatında bir şekilde düzenleme yapacaksa bu illaki geçmişte yaptığı şey(ler) için olmak zorunda değildir. Yapacağı şeyler için de olabilir. Yani 20 yaşınızda cezalandırıyorsanız, bunun sebebi 30 yaşında yapacağınız kötülük olabilir. Bunların ayarlamaları çok boyutlu zamanda takdir edilmiştir. -Tüm yazdıklarım için- En doğrusunu Allah bilir. |
at 22:51 0 comments
Labels: Dini
13 Nisan 2013 Cumartesi
İslam Ümmetçiliğinin Temelleri - 4
Teorileri tutarlı, izahatları
çoğunlukla doğru ve akılcı olsa da, bu, Marx'ın temel bir
noktada hata yapmasına engel olamamıştı ne yazık ki; "günümüze kadar
süregelen tüm insanlık tarihinin, sınıfların çatışma
tarihinden ibaret" olduğunu söyletmişti insanı doğru analiz
edemeyişi. Bunun sonucunda da insanların istifadesine sunduğu
birikiminin, hata yaptığı bu temel nokta üzerine inşa edilmiş
olan kısımları da kaçınılmaz olarak yanlış
çıkıyordu. Hele ki, "şiddet" ile ilgili söyledikleri
yağmacılar için büyük bir istismar kaynağı olacaktı, yıllar içinde.
Not: Yukarıda söylediğim, insanı
doğru analiz edilemeyişi ile ortaya çıkan hatalar silsilesinin
sonuçlarını, daha önce, İslam Ümmetçiliğinin Temelleri - 2 (A'RÂF - 181) yazısında kısmen değinmiştim. O yazıyı
tekrardan hatırlatmış olalım bu vesile ile.
İnsanları kategorize etmem istense,
insanların sadece ikiye ayrıldığını söylerdim. Birinci grup,
hak etmediğini elde etmiş yada elde etme hayali ile yaşayan
insanlar; ikinci grup ise elde ettiğini hak etmediğine inanan
insanlar.
Birinci grup çok çok kalabalıktır,
ikinci grup çok çok az; birinci grup korkak, ikinci grup cesur;
birinci grup avam, ikinci grup havas(avam ve havaslıktan kastedilen
şeyin cahillik yada bilgili, diplomalı vs... olma olmadığını
tekrardan vurgulayalım, nefsi ile hareket edip etmeme durumudur
sadece...); birinci grup taklit ehli, ikinci grup takva; birinci grup
kaybedenler, ikinci grup müslümanlar... ("Ben müslümanım"
diyor ama sorumluluk alması gereken yerlerde hiçbir şeye
karışmıyorsa veya elde ettiklerini kaybetmeyi göze alamıyorsa,
müslümanlığının sadece laftan ibaret olduğunu anlaması lazım
insanın; insanların çok büyük bir çoğunluğu gibi sadece
taklit ehli olduğunun, "nasıl olsa riskini almıyorum hiçbir
şeyin, inandığımı söyleyeyim de eğer Allah varsa başım
belaya girmesin" olarak özetleyeceğimiz dünyanın en mide
bulandırıcı bilinçaltı muhasebesi ile hareket ettiğinin...)
Daha kısa bir ifade ile, elde ettiğini hak etmediğine inananlar ve
diğerleridir, tüm insanlığın sınıflandırılması.
Marx'ın
hatası insanları ve doğasını
doğru analiz edemeyişindedir. Eğer ki insanlık tarihi bir çatışma
üzerine kurulu ise -ki öyle- bu çatışmanın nedeni, birinci
grubun yani "diğerlerinin", hem kendi gibilere hem de
kendisi gibi olmayan ikinci grup insanlara çıkardığı sorunlar,
vermeye çalıştığı zararlardır. Yani mesele "sınıf
farkı" değildir. Bilinç farkıdır. -Marx'ın kendi jargonu ile yazarsak-
Hak etmediğini elde etme
hayali kuran -ve hatta hakkı yenen- bir işçi ile, elde ettiği
şeyleri kaybetmek istemeyen bir kapitalistin temelde hiçbir farkı
yoktur. Daha henüz elde edememiş olan, sadece zamanını
beklemektedir. Yani mesele sınıf farkının olması değildir. İnsanların
hangi bilinçle hareket ettiğidir. Bir insanın hakkının yeniyor olması o
insanı doğrudan iyi insan kategorisine sokmaz. Kötülerle mücadele
edeceği anlamına da gelmez.
Bu yazının asıl konusuna, sayıları
çokça az olan ama her birisi bir orduya bedel, elde ettiklerini
hak etmediğine inanan yani cesur, fedakar insanlara geçmeden önce
birinci grupla yani diğerleri ile ilgili son bir şey daha eklemek
istiyorum. Kuran'da bazı ayetlerde(Maide 60 – Bakara 65 –
Araf 179), kimi insanlarda soru işareti bırakan, insanoğlundan
kimilerinin hayvandan bile daha aşağılık hale büründüğünün
söylenmesi de nefsini doyurma isteği ile meşgul bu insanların,
ihtiyacı olmadığı veya hak etmediği şeylerle her doyuruşunun
bir son değil, bir sonraki isteğini daha da güçlendirmesi
olduğundandır. Allah'ın lanetlemesi de işte bu doymayan kendi ve
eğer varsa suç ortaklarının girdiği körleşme sürecidir, tövbe
kapısının kapanmasıdır. Ne garip, anladığım kadarıyla bu
sürece girildiğinin önemli bir emaresi de yapılanlara dini
ifadeler kullanılmaya başlanmasıdır. Oysa ki yapmamız gereken ve
ihtiyacımız olan şey aklımızı ilim ve tefekkürle meşgul
etmek. Bu kadar.
Birinci grupla ilgili mesele bundan
ibarettir.
Bugün, dünyada az biraz adalet varsa,
az biraz düzen varsa, az biraz huzur, güvenlik varsa bunların
hepsini tarih içinde ortaya çıkmış ikinci grup insanların cesaretlerine borçluyuz.
Onları farklı kılan, yaptığı
fedakarlıkları yapabilmesini sağlayan, inancıdır. Elde
ettiklerini hak etmediğine inanmasıdır. Bu da Allah inancından
kaynaklanır ki, bir insan elde ettiği şeyleri hak etmediğine
inanmıyorsa, aslında Allah'a da inanmıyordur. Eğer ki inanıyorsa;
Fakirlikten, mal varlığının elinden
alınacak olmasından hiç korkmaz, hak ne ise onun mantığını
anlatır, çünkü tokluğu hak ettiğine inanmaz.
Hapsedilmekten, tutsaklıktan hiç
korkmaz, hak ne ise onun mantığını anlatır, çünkü özgürlüğü
hak ettiğine inanmaz.
Küçük düşürülmekten, yalnız
kalmaktan hiç korkmaz, hak ne ise onun mantığını anlatır, çünkü
saygınlığı hak ettiğine inanmaz.
Ölmekten, öldürülmekten hiç
korkmaz, hak ne ise onun mantığını anlatır, çünkü yaşamayı
hak ettiğine inanmaz.
Ve keşif ehlidirler mutlaka, başka
türlü hakkın mantığını anlayamaz ve anlatamaz. İnsanların
karşılaştıkları, çok geniş perspektifte meseleleri izah eden
keşifler yaparlar çünkü akıllarını kullanmaktan korkmazlar.
Tüm zamanlarını büyük bir aşkla ilime ve tefekküre harcamaktan
hiç çekinmezler.
Yani
her anında kendini hep harp
halinde bulmuş olacaktır(Şuara/51-73). İnsanlık tarihinde çok
farklı renklerde gözükmüş olan, insanları harcamaya çalışmaktan
başka hiçbir şey yapmayan zalim rant çeteleri(ihtiyaçları olmayanı,
hak etmediklerini elde etmeye çalışan avam toplulukları) ile hep
karşı karşıya bulmuş olacaktır kendisini, istese de istemese de. Öbür
türlü olanlara göz yummuş olurdu. Bu karşı karşıya buluş insanların
karar vermesi üzerine değil sünnetullah üzerinedir.
Tevazu
işte tam budur. Bir şey
dendiğinde, lafta, "aman efendim estağfurullah" yada
belli başlı kelime, tavır şablonlarını sunmak demek
değil. Elde ettiği şeyleri hak etmediğine inanmaktır. Elde
ettiklerini hak etmediğine inanmayı başaran kişi mütevazi olmayı
da başarmıştır. Mütevazi olduğu için cesur ve mücadele ehli olmuştur.
Onlar mücadele etmişler, insanlar az biraz da olsa rahat yüzü görmüşler.
Cesur olmak, rant çetelerine -ne kadar
kalabalık olursa olsunlar- taviz vermemek, tevazu, kul hakkı
taşımamak, adil olmak; elde ettiğin hak etmediğine inanmak,
fedakar olmak. Hepsi birbirine eşittir. Biri var da öteki yok diye
bir şey olamaz. Hepsi birbirine ve en sonda ise müslüman olmuşluğa
eşittir.
Dedim ya, insanlık tarihinde çok az
sayıda olan ve yaptıkları ile mücadeleleri ile bugün az biraz da
olsa rahat ve adalet yüzü görmemize vesile olan bu insanlardır ve
koca koca ordulara bedeldirler diye. Ümmetçiliğin Temelleri
serisinde mutlaka anlatılması gereken, bu dava için
gösterilebilecek örnek insanın tasvirini işaret ettiğini
düşündüğüm ayette(AllahuAlem) ne gariptir ki, Allah -"ümmet"
kelimesi ile- bize, bu davaya örnek gösterilecek o tip bir insanın
başlı başına bir "ümmet" olduğunu bildirmiş:
Ayrıca, yine aynı peygamber için, ismi ile birlikte anılan bir de "millet"e işaret edilmiştir: Al-i İmran 95. De ki: "Allah Teâlâ sâdıktır. Artık Hanîf olan İbrahim milletine tâbi olunuz. Ve o asla müşriklerden olmamıştır"
Allah'ın, İbrahim(a.s) adı ile bir
"millet"e işaret etmesi, kendisi için ise başlı başına
"ümmet"ti demesi ve bunlarla birlikte, gerçekleştirdiği kıyamını, müşriklere(rant çetelerine) hiç taviz
vermemesini vurgulaması, bu davanın yolcusunun kendisine alacağı
örnek olmalıdır
|
at 14:40 0 comments
Labels: Dini
19 Şubat 2013 Salı
Müslüman Olmak Nedir? Ne Değildir?
Müslümanlık nefsi değil; şeytanı
yenebilmektir... Nefs başkadır, şeytan başka. İman başkadır,
sevap ve günah başka. Ruh başkadır, melek başka... Tüm bunları,
yani insanı ve etkileşimde olduğu tabiatını meydana getiren
parçaları tefekkür ederken aklıma düşmüş bir cümle idi,
müslümanlık nefsi değil; şeytanı yenebilmektir.
Ama kurtuluş için şeytanı yenip
müslüman olmak yeterli olmayacak aynı zamanda müslümanlığını
muhafaza etmeyi de başarmalıdır insanoğlu. Çünkü kurtuluşa
ulaşabilmek iki aşamalı bir süreçtir. Birinci aşamada; insan,
doğayı, varoluşu sorgulayarak yani ilim ve tefekkür ile kendisini
inanmaya, nefsini ilah edinmesini engelleyecek, şükrettirecek bir
inanca yönlendirerek şeytanı yenmelidir; bu süreci başarı ile
geçtiyse, evet o anda müslüman oldu demektir ama ne yazık ki
kurtuluşa ulaştıran süreç orada bitmeyecek, bir konuda daha
başarılı olması gerekecek, o da, bu inancını, kendine düşkünlük
ve kolaycılık özelliği ile dünyevi inanç yani putperestlik
haline getirmeye çalışacak nefsi ile ölene kadar devam edecek
mücadelesinde. İnsanoğlu bir şekilde inanarak yada inandığını
söyleyerek, sorumluluklarını yerine getirdiği yanılsamasına
düşebiliyor. Evet, bir şekilde inançlı olabilir insan ama bu
eşittir müslüman demek değildir. Çünkü bir sonraki aşamada,
nefsin kolaycılığı ve kendine düşkünlüğü, inancını
"dünyada mutlu edecek", "dünyevi isteklerini yerine
getirecek" bir tanrı inancına, -insanlığın varoluşundan
beri hep yönelmeye hazır olduğu- çıkar dinine yani putperestliğe
sürükleyebilir insanı. Tüm bunların bilincinde olmak gerekiyor Hak
inancı devam ettirebilmek için. Yani hayatımız boyunca nefsimizle
mücadele de edeceğimizin, şeytanı yenmenin kurtuluş için
yeterli olamayabileceğini de anlamak gerekiyor.
Bilinmelidir ki, İslam'da, putperest
olarak vasıflandırılmış insanlar da imanlı insanlardı.
Kendilerini hak yolda görüyorlardı. Ateist de değillerdi. Hatta
çok da dindardılar. O zaman, Kur'anda tekrar tekrar anlatılan, hak
yolda olduğundan emin putperestleri, geçmişte yaşamış ölmüş
tarihi karakterler olarak düşünüyorsak, başlamadan kaybettik
demektir. Çünkü o putperestler, bugün de tüm sıfatları ile
varlıklarını devam ettirmekte olan aynı insanlar. O hale düşmemek
için, ne yazık ki tarihin değişmeyen tekerrürü olarak,
günümüzde de yerini çoğunlukla putperestliğe bırakmış Hak
dini anlayabilmemiz, putperestlikten farkını görebilmemiz
gerekiyor ki, hak yolun bir parçası olabilelim inşallah. Hak dini
anlayabilmek de insanı ve etkileşim halinde olduğu tabiatını
biraraya getiren parçalarını anlamaktan geçiyor. Öyleyse, önce
parçalardan başlayalım daha sonra örneklerle devam edelim.
Bunlar insanı ve etkileşim halinde olduğu tabiatını oluşturan parçalar ve işleyişleri idi. Bu haliyle fazla berrak değil mi? Bence fazla berrak. Çünkü gerçeklik bu kadar berrak değil; daha karmaşık. Peki eksik olan ne? Yukarıda dedim ya, nefsin bir özelliği daha var, onu anlatmadan önce Ruh'u anlatmam gerekiyor diye. İşte o, yukarıda eksik olan, insan doğasını karmakarışık hale getiren özelliği, Ruh'a ait ne varsa nefsin onu taklit edebilme yeteneği. Çıkarını fedakarlığıymış gibi gösterebilmesi; ilahlık isteğini mütevaziliğiymiş gibi gösterebilmesi; şehvetini, saplantılarını aşkmış gibi gösterebilmesi... İnsanın artık bu farkları anlayamayacak kadar körleşmesi. Ve en sonunda yaptığı kötülüklere, günahlarına dahi dini(kutsal) çıkarımlarda bulunmaya başlaması. Günahkarlıktan sapıklığa geçiş...
Günahkar olma ile
sapık olma arasında fark nedir? Sapıklık günahkarlığın özel
bir durumudur. Sapıklık, günaha girerken kendine dini(kutsal)
çıkarım yaparak seni uyarabilecek hiçbir şeyi bırakmamandır.
Tabiri caizse meleğin ve vicdanının(fıtratının) ağzını kapamandır. Yani
girilen günahın büyüklüğü ile alakalı değildir sapıklık.
Girdiğin en küçük günahta bile sapık olma ihtimali vardır.
Dindarlık ise
müslüman olmayı başardıktan sonra kıymetlidir. Müslüman
olmadan dindar olmak, günümüz toplumunda, aslında insanlık
tarihinde çokça görülen ve görülmeye devam eden bir durumdur.
Müslüman olmadan dindar olmak yani tefekkür etmeden, ilimle
uğraşmadan dindar olmak da zaten nefsin kolaycılığının
yansımasıdır.
İman dışında,
şemadaki bütün ifadeleri açıkladık; iman en sona. Şimdi bir
örnekle devam edelim.
Nefsin Ruh'u
taklit etmesi veya başka bir ifade ile dünyevi kavramları uhrevi
konularmış gibi aktarmasına en güzel örnek tasavvuf
kitaplarıdır. Hayatı boyunca tasavvuf kitapları okumuş ve
istifade ettiği konular da olan bir insan olarak şunu
söyleyebilirim, bu külliyatının büyük çoğunluğunun altında
göreceğiniz tek şey güç gösterisi ve makamlardır. Sözde
dünyevi makamları reddetmiş olacağız derken, bin bir çeşit sözde
uhrevi, gerçekte dünyevi makamlar uydurulmuş tarih içinde. Yani insanın makam sevgisi ve kolaycılığına aceleciliği de eklenmiş, daha
hazır olunmadan kahramanlığa soyunulmuş ve sonucunda bir taraftan sıkayım
derken öteki taraftan patlamış; dünyevi makamları reddetmiş
olmanın bile, dünyevi bir makam, saygınlık aracı olduğunu
bilinçaltı muhasebelerinde anlayıp, yine makamlardan
vazgeçememişler. Başından beri söylediğim gibi, işin kötü
yanı o ya, o makamları bir de, uhrevi makamlar yani "dini"
bir şey zannetmişler. Zannettirmişler. Çoğunluğu kurgudan ibaret
olan kıssalarda, her zaman galip gelen, keramet(olağanüstülük)
gösteren, hep hazır cevap kahramanlar oluşturulmuş. Yani farkında
olmadan uzaklaştıklarını iddia ettikleri nefslerinden,
uzaklaşamamışlar üstüne nefsin en büyük zevki olan "saygı
duyulmayı", "hayran olunmayı" bu işin merkezine
oturtmuşlar. Bugün de dünyada, tasavvuf iddiasındaki tarikatlarda
yaşananlar çoğunlukla bundan ibarettir. Bu hikayeleri okuyup o
hikayelerdeki hayal kahramanlarının görünüşlerini taklit eden,
ettiği için de saygı gören ve göreceğinin de farkında kimi nefsi
emmareler.
Makamlardan
başları dönenler sadece tasavvuf kitapları yazan kimi insanlar
mı! "Halk kahramanı" olmaya kalkmış, galeyancı,
insanların başını belaya sokmaktan başka hiçbir işe yaramayan
avamların sayısı da hiç az değil. Sözün özü kendine ne derse
desin, ister müslüman ister değil avam hep aynı avam.
Hala daha konu başlığını
cevaplamadık. Nedir İslam? Neden Hak dindir? İmanlı olmak, Hak
dinin bir parçası, müslüman olmak nedir?
İslamiyet hak dindir çünkü bize
aklımızı kullanmamızı emreder, mantığını kurabil ki iman etmiş sayılasın der. -Akıl sadece mantık ile çalıştığı için- meselelerin
mantığını çözebilmek için ilmin üzerimize farz olduğunu
söyler. Her çeşit ilim... İmanın ilim ve tefekkür sonucu
hayrete düşürecek yaratıcı için olmasını; çıkar hesabı
üzerine kurulu olanın zaten hak iman yani aşk olamayacağını
söyler. İşin kolayına kaçmaya kalkma, gayb
avcılığı yapma der... Sana dünya hayatı vaat edilmiyor; aceleci olma, dünyevi sonuçlar çıkarma ve bekleme der. Allah'ın lütfundan iste der, dünya için
yani kıskançlığından dolayı değil. Adil ol, haksızlık yapma
der. İhtiyacın kadarını al, gerisini feda et. Bunu yap ki dünyevi
arzuların yok olsun, cesur olabilesin... Dünya hayatının
geçiciliğini vurgular; lafzen onun zevklerine önem verme ki,
kendini feda edebilesin der. Önce zamanını feda et, ilimle
tefekkürle geçir, ürettiğin ne varsa insanların yararı için
yap, varsa maddi durumun onu da feda et; masumun, ihtiyaç sahibinin
adaleti için mücadele et ve gerektiğinde zaten canını da feda
edeceksin der... Bu imtihan dünyasında her
konuda, önce kendi hayatında adaletli olmak, adaleti sağlamak senin
görevin der. Bunun yolu ise dünyevi zevklerden vazgeçip Ruh'unla
hareket etmende yatar der... Kısacası yukarıdaki şemayı anlatır
bize; bunları tefekkür etmemizi ve mantığını çözmemizi. İşte o mantığı çözebilmek de iman etmek oluyor.
Delilleri fark edebilmek, fark edebilecek seviyeye gelmek yani adı konulmuş hali ile tahkiki
iman... Tahkiki iman, ancak ilim ve tefekkürle mümkün olan
delillerle kuvvetlendirilmiş imandır denmiş; geriye kalan ise sadece
çevreden görerek elde edilmiş -kurtuluşu çok zayıf- taklidi iman. Marifetullah'dan bahsetmiş İslam alimleri, Allah'ı bilmekten; imanden bilmeğe geçişten... Mantığını
kurdukça, ilmini artırıp, hayran oldukça Allah'ı bilmeye yaklaşırsın adım adım elbet; ama her
zaman bir şeyler eksiktir. Çünkü Allah'ın zatını göremiyorsun.
Onun da mantığını kurarsın, dersin ki zaten görürsem o zaman
Allah da dünyevi olur, o zaman Allah olmaz. Yine kaldığın yerden
devam edersin, doğru bir şekilde iman etmeye. Ölene kadar
inşallah...
Müslümanın Olmanın Tanımı: Bu yazıyı ilk yayımladığım zaman(19.02.2013) müslüman olmanın tanımını "Hayatta, elde ettiği şeyleri hak etmediğine inanan insan" olarak yapmıştım. Yanlış mı? Doğru. Ama bu bir alt tanım. Bunun bir üstünde asıl kaynağı belirten bir ifade var. Ana tanımı o şekilde yapıp alt tanımları akabinden ekleyelim. Bir insan Allah'a inanarak müslüman olamaz. Müşriklerde inançlıymış. Bir insan ibadet ederek de müslüman olamaz, müşrikler de dindarmış. Bir insan peygamber kavramına inanarak da müslüman olamaz. Her dinin hatta müşriklerin de kabul ettikleri peygamberler varmış. Zaten peygambere iman, diğer iman kavramlarından çok farklı bir kulvardadır çünkü iman edilmesi istenen diğer kavramlar görülemeyen şeyler iken, peygamber o zaman o ayetlerin birinci dereceden muhataplarının gördüğü bir insandı. Dolayısıyla burada iman edilmesi istenen şey "peygamberin varlığı" değil, hakkı söylemiş olduğudur yani bir "dine" imandır. Fakat bu durum zaten müslüman olunan an ile birebir yaşanan bir iman olduğu için, "peygambere imanı" da müslüman olmanın tanımı içine alamayız. Bir daha ifade edeyim: Herhangi bir dine tabi olan herkes bir peygamber yada önder kabul etmiştir zaten. Bu dine iman ile birebir eş değerdir. İslam için konuşursak, bir insanın peygambere inanmadan müslüman olması yada müslüman olmadan peygambere iman etmesi gibi bir durumdan bahsedemeyiz. Ama bu durum zaten bütün dinlerin yada öğretilerin ortak vasfıdır zaten. Bir dini kabul etmişsen, onun peygamberini de zaten kabul etmişsindir. Ayetlerde geçen Allah'a ve peygamberine iman edinden kasıt elbette peygamberin getirdiğine iman edindir. Peki peygamberin getirdiğinde ne vardı ki, müslümanı diğerlerinden ayırt ediyordu? Müşrikler de Allah'a inanıyorsa, onlar da ibadet ediyorsa, her dinin mensubunun iman ettiği bir peygamberi yada daha genel ifade ile önderi varsa; müslüman olabilmenin anahtar noktası neydi? "Ahiret gününe iman" Müslüman: Ahiret gününe iman etmiş kimsedir. Bir insanın bir yaratıcıya yönelmesi, hatta inancını kişinin dünyadaki isteklerini yerine getiren bir güç halinde yaşaması çok sık rastlanan bir durumdur ve dünyevi çıkarları ile değil çatışmak, bunu destekleyen bir durum olması onu inanca sevk edebilir, ki çoğunluğun yaşadığı durum budur. İbadet etmesi hatta görünürde fedakarlık yapıyormuş gibi gözükmesi de bu çıkar hesabından kaynaklanır. Çıkarını fedakarlığı gibi göstermesi. Bir nevi dünyevi isteklerini yerine getirene borç ödemek gibi. Onun için bir insan ibadet ederek de müslüman olamaz. Her şeyin başlangıcı "ahiret gününe iman"dan geçer. Bu çok zordur işte. Onun için hayatta çok dindar, çok inançlıymış gibi gözüken insanları, hayatın gerçekleri ile baş başa kaldığında ne ağzına, ne gelirine, ne de başka yerlerine hakim olabildiklerine şahit oluyoruz. Ahiret gününe iman edemediği için. Bir insan ahiret gününe iman edebilmişse, elde ettiği şeyleri hak etmediğine inanabiliyor demektir.. Bir insan ahiret gününe iman edebilmişse, fedakarlık yapabiliyor demektir. Bir insan ahiret gününe iman edebilmişse müslüman olabilmiş demektir. Tam tersten söylersek, bir insan elde ettiği şeyleri hak etmediğine inanıyorsa ahiret gününe inanabilmiş demektir; fedakarlık yapabiliyorsa, ahiret gününe inanabilmiş demektir. Yani bunların hepsi birbirine eşittir. Biri var diğer yok diye bir şey olmaz. Bir insan Allah'ın varlığına iman ederek inançlı olur, ahirete iman ederek müslüman olur. Onun için Kur'an-ı Kerim'de sayısız ayette, "Allah'a ve ahiret gününe iman" diyerek ahirete iman, Allah'a iman ile yanyana zikredilmektedir. Eğer başarmışsa ahirete imanı, dünyevi korkular biter, fedakarlık yapabilmeye başlar ki bu da müslüman olabildiğin gösterir. Müslüman olmanın bir çok alt tanımından öne çıkan, aslında diğer tanımlardaki hallerin de tetikleyicisi olan tanımı budur: Ahirete iman. Hesap vereceğinin farkında olmak, yani sorumluluğun bilincinde olmak...
Not: Bu yazı 2007 yılında yayınladığım, 4 yazılık "Müslüman olmak Nedir? Ne
Değildir?" serisinin derlenmiş, düzenlenmiş halidir.
|
at 14:17 0 comments
Labels: Dini
6 Şubat 2013 Çarşamba
İslam Ümmetçiliğinin Temelleri - 3: Ulus - Devlet
Ulus nedir? Ulus Devlet nedir? Tarihi süreçte nasıl şekillenmiştir? Hangi sorunları çözmüş; hangi ihtiyaçlara cevap olmuştur? Bir adım ileriye nasıl götürebiliriz?... |
at 13:32 2 comments
Labels: Genel
20 Ocak 2013 Pazar
Yeni Dünya Düzeni
GİRİŞ İsra 15-) Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkar, başkasının günah yükünü üstlenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz. İmam Eşari bu ayeti delil göstererek, kendisine bir resul tarafından tebliğ yapılmamış durumdaki her insanın(fetret ehli deniyor bu haldeki insanlara) doğrudan cennetlik olduğunun hükmünü vermiş, İmam Maturidi ise Enam 76-79 ayetlerinde anlatılan, doğayı gözlemleyip kıyas(mantık) yolu ile Allah'ın varlığına dair bir sonuç çıkarma sürecini delil getirerek; kendisine tebliğ yapılmamış olsa bile insanın aklını kullanarak Allah'a iman etmek ile mükellef olduğunun hükmünü vermiş. Yani, İmam Eşari'nin aksine, İmam Maturidi'ye göre, Hak dinin varlığından haberdar olmasa bile, Allah'ın varlığını ve birliğine iman etmekle mükelleftir her akıl sahibi. (Not:Tebliğ yapacak olan kişi illa ki peygamberlerden birinin bizzat kendisi olmak zorunda değildir. İsra 15.'te "resul"der. Resul bir insanın bir insan gönderdiği elçi manasına da gelmektedir. (Yusuf 12/50; Neml 27/35). Yani her hangi bir müminin tebliğ yapması insanın fetret devrinden çıkması için yeterlidir.) Bu iki büyük alim mutlaka dediklerini daha da detaylandırarak izah etmişlerdir. Yazımızın konusu bu olmadığı için bu alimlerin dediklerinin kritiğini yapmayacağım burada. Ama asıl varmak istediğim noktaya gelmeden önce bu meselede, İsra 15 ve En'am 76-79'a, Zilzal 7-8'i katarak değerlendirmenin gerekliliğini söyleyebilirim. Zilzal 7-8-) Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. kim de zerre miktarı kötülük işlerse, onu görür.Şöyle ki: Her insan, aklı ile bir yaratıcının varlığını fark etmek ile mükelleftir. -Yaratma, fark edilmesi en kolay sıfattır- Tebliğ yapılmamış insanın mükellefiyeti sadece bununla sınırlıdır ama iman noktasında. Yani, tebliğ yapılmamış insan, Allah'a karşı sorumluluğu olan imani konularda ve ibadet konularında, sadece Allah'ın varlığına ve yaratmasına iman etmekle mükelleftir. Allah'ın varlığı ve yaratması dışındaki (örneğin Allah'ın ezeli ve ebedi oluşunu kavrayamaması, yada zamandan bağımsız oluşu(kadere iman), yada hiçbir şeye benzememesi yada O'na karşı ibadet etmesi gibi...) meselelerde yaptığı hatalardan sorumlu değildir. İsra 15'te bildirilen azap ile karşılaşmayacağı husus Allah'ın varlığı ve yaratıcılığı dışında kalan "imani" kısımlardaki yapılacak hatalarıdır. Çünkü Allah'ı tanıyabilmezi sağlayabilecek olan sadece yine Allah'tır. O da sebepler dünyasında peygamberleri ve kitapları vesile kılmıştır. Bunlardan haberdar değilsen elbette yapabileceğin tek şey yaratıldığını bilmendir. Mükellefiyetin bununla sınırlırdır, imani konularda. Ama bu değildir ki Hak din ile hiç tanışmamış ve ona tanıtılmamış insan hayatta yaptığı iyilik ve kötülüklerde sorumlu değildir. Başkasına yapılan iyilikler ve kötülükler zerre miktarı ile karşılığı bulunacağı vadedilmişse, o zaman bu husus herhangi bir muaf tutulmaya tabi değildir. Toparlarsak; kendisine tebliğ yapılmış insan herşeyden mükellef; tebliğ yapılmamış olanlar ise Allah'ın varlığı ve yaratıcılığını kabul ve yaptıkları iyilik ve kötülüklerden sorumludurlar bunun dışındaki iman ve ibadet konularının hiçbirinden sorumlu değildir. Yani akıllı olmak tek başına imtihana tabi olmak için yeterlidir. Çünkü aklın yolu birdir. Bunları neden yazdım? Dünyada hangi ırka, kavme, inanışa, kültüre tabi olursan ol; kendini nasıl ifade ediyorsan et; ortak bir akıl ile ırk, dil, kültür ayırt etmeden herkese musallat olan kötülükleri yok ederek; adil bir dünya inşa edebiliriz: Yeni bir dünya düzeni. -Türkiye için konuşuyorum- Bu topraklar Cumhuriyet'ten günümüze devrimci olarak vasıflandırılabilecek iki kişi gördü. Birincisi dağılmış bir ülkeyi ve orduyu toparlayan; hem Cumhuriyeti, hem kalkınması, hem güvenliği açısından bir ülkeyi inşa eden, üstüne oturup Geometri kitabı dahi yazan Mustafa Kemal Paşa; ikincisi bu ülkenin gördüğü sayılı mühendislerinden olup bunca çelme takma girişimine, kendi nefsani çıkarları için, köşe başında sırtından bıçaklamak için bekleyen insanlara rağmen fabrikalar açıp, aç gözlü hazır yiyicilere kafa tutabilmiş tek isim Necmettin Erbakan Hoca. Bu fedakar insanlar ellerinden geleni yaptılar yaşadıkları çağın imkan ve nimetlerinden faydalanarak insanlara ihtiyaç duyduklarını sunma adına. Şimdi yepyeni bir çağdayız ve bu çağın nimetlerini kullanarak adil, barış dolu bir dünya kurmak hiç de zor değil. Bu hedef için yapmamız gereken 4 konuda adaleti sağlayabilmek: Atamada, seçim sisteminde, cezalandırmada ve ekonomide. Bizden öncekiler seçim sistemini getirdiler; biz dijital çağın nimetlerini kullanarak seçim sistemini vatandaşlık puanı dediğimiz bir kat sayı ile ağırlıklandırarak -olması gereken- adil bir noktaya taşıyabiliriz. Bizden öncekiler eğitim öğretim için okullar üniversiteler açtılar; bizler internet nimetini kullanarak kendisini kısa zamanda geliştirebileceğini bilen ve bu şekilde davranan insanların, zamanlarını çok daha yararlı kullanabilmelerinin mükafatı olarak, tüm atamalarını üniversite diploması şartı olmadan girilebilecek Lisans Seviye Belirleme Sınavı ile gerçekleştirebiliriz. Bizden öncekiler yazılı hukuk ve adalet mekanizmasını getirdiler ve hapis cezasını uyguladılar devletin hakkını alabilmesi için, bizler hem mağdur şahsın hem de devletin hakkını alması haline getirebiliriz cezalandırma sitemini. Tüm bunların neticesinde de ekonomide adalete adım adım yaklaşabiliriz inşallah. Belki yüzyıllardır, hemen hemen her farklı görüşe sahip insanlar, -eğer ulaşılırsa- kendilerinin bir parçası olacaklarını söyledikleri birliklerden bahsediyorlar. Hep slogan. Kimisi işçilerin birliğinden bahsediyor. Kimisi bağlı olduğu kavmi birliğinden bahsediyor(Türk, Rus, Arap vs....). Kimisi tabi olduğu dinin birliğinden bahsediyor(İslam birliği, Hristiyan birliği vs..). Bahsediyor da daha birlik kelimesinin ne manaya geldiğini, neden iyi bir şey olduğunu, tam olarak neyi çözeceğini, Türk yada Arap birliği diyorsan, bu birlikte bir kavmin mensubu olmayı nasıl belirleyeceğini, ya da Din birliği diyorsan kimin Müslüman olup olmadığını neye göre belirleyeceğini izah edemiyor. Yani, bugüne kadar ortaya çıkmış hemen hemen her oluşumun bahsettiği "birlik" ifadeleri slogandan öteye gidemiyor. Biz öteye götürmeye çalışalım. Birlikten kastedilen şey "hukuki" birliktir. Daha doğrusu birlik ifadesi hukuki bir altyapı sunuyorsa o gerçekten bir birlik davasıdır. Sunmuyorsa sadece slogandır ki, bu şekilde, yıllar içinde birlik olmaktan bahsedenlerin ne derece samimi olduklarını anlayabiliriz. Eğer ki bir birlikten bahsediyorsanız -ki kendi gözlemime göre, yüzyıllar içinde birliklerden bahsedenlerin büyük çoğunluğu herhangi bir birliğe inandıklarından yada mantığını kurduklarından değil, sadece slogan olsun ve bir menfaat örgütlenmesi oluşsun diye isimlerini duyurmuşlardır- eninde sonunda geleceğiniz ve samimi iseniz gelmeniz gereken nokta "hukuki" birliktir. Yada şöyle ifade edelim; bu zamana kadar samimi olarak söylenilmiş tüm birlikler sadece hukuki birliklerin isim değiştirmiş halidir. Eğer ki tüm birlikler aslında hukuki birlikteliğin isim değiştirilmiş hali ise, bu yazı bu hukuki birliğin omurgasını anlatma çabasıdır. Başlayalım... Önce; nedir bu Lisans Seviye Belirleme Sınavı? LİSANS SEVİYE BELİRLEME SINAVI Beyler, sizi hiç anlamıyorum. Bütün bu kitaplar... Koca bir dünya bilgi tam burada... Ve siz ne yapıyorsunuz? Bütün gece poker oynuyorsunuz.Se7en filminde, geceleyin büyük bir kütüphaneye bir konuyu araştırmak için gelen dedektifin, o kitap deryası arasında gece boyu nöbetçi kalıp, zamanlarını poker oynayarak geçiren nöbetçilere söylediği sözdü yukarıdaki replik. Film 1995 yılında çekilmişti. Bugün, internet çağında bu internet nimetini faydalı kullanmayan herkes o nöbetçilerden daha vahim durumda. Çünkü onlar merak ettikleri konuda kitapları teker teker raflarından indirip bakma zahmetine gireceklerken, bizim kitapları raflardan indirme zahmetine bile katlanmaya ihtiyacımız yok. Merak edip aradığımız ne varsa, ufak bir arama ifadesi ile yazılı, görsel ve video olarak karşımızda. Üstelik bir tane değil, binlerce kütüphanenin barındıracağı bilgi, tüm insanlığın bilgi birikimi evlerimizin içinde... Gelmeye çalıştığım nokta: Bu çağda üniversite sınavını kazanmak ve okumak... Girmek için içeriği ne zeka, ne akıl, ne yetenek belirlemeyen; konuları ise hayatta çoğunlukla hiçbir işe yaramayacak olan bir sınava yıllarca hazırlanmak. Bir ton zaman kaybı... Kazandıktan sonra belki başka şehre taşınmak; en büyük dert olan barınma sorunu ile cebelleşmek; yeme-içme derdi; burs bulmaya çalışmak... Bunların çoğu zaman üniversitedeki derslerin çıkarabileceği sıkıntının dahi önüne geçmesi. Daha dersler başlamadı bile. Dersler başlayınca ne oluyor? İnternetten bir tıklama ile ulaşabileceğin bilgiyi hoca geliyor tahtaya tebeşirle yazıyor. Sen de seyrediyorsun. Çoğunlukla, bu kadar. Sınav zamanı da daha önceki yıllarda sorulmuş soruları bul, sabahla. Değer mi bu kadar zaman ve para kaybına! Neden bizler şartlanmıştık üniversite okumaya. Diploma için mi? Artık kimsenin diplomayı miplomayı taktığı da yok. Hakikaten iş yapan bir kurumsa başvurulan; ciddi bir teknik mülakattan geçiriyor adayları. Bana işi bilen lazım diyor. Gerisi önemli değil... Ve günümüzde, insanlar rahatlıkla kendi başlarına çalışarak, okuyarak, merak ettiklerini internetteki gruplara sorarak, eğitim videoları seyrederek (ki dünyaca ünlü üniversitelerin dersleri bile artık internetten seyredilebiliyor) kendilerini yetiştirebiliyorlar ki, en zor dediğin 4 yıllık bölüm müfredatı 1 sene içinde hiç üniversite öğrenimi için yaşanılan süreçlerle vakit kaybetmeden öğrenilebiliyor. Yani liseden mezun olduktan sonra hiç üniversite kazanma için tarih, coğrafya, biyoloji, kimya vs. vs... çalışmaya vakit ayırmadan; kendisine uygun gördüğün bölüm yada bölümler için çalışarak zamanı değerlendirebilir insanoğlu. Hiç dört veya daha fazla yıl vakit kaybetmeden; her sene yapılacak lisans sınavı ile de derecesini görebilir. Üstelik bir bölüm için de değil, farklı farklı oturumlarda yapılacak farklı bölümler için de. İçeriği nasıl olabilir bu sınavın? Bölüm derslerinin son seneki müfredatlarını içeren konular üzerinden 150 belki 200 soruluk bir sınav olur. Zaman kısıtlaması çok önemli olmayan -çünkü maksat bilgiyi ölçmek- ama adayın tesadüfen doğru işaretlemesini engelleme adına da en az 6 şıklı sorularla farklı farklı bölümler için hazırlanmış sınavlar. Ben mühendislik için bir örnek yazayım: - Elektronik Bölümü Seviye Belirleme Sınavı - Elektrik Bölümü Seviye Belirleme Sınavı - Haberleşme Bölümü Seviye Belirleme Sınavı - Kontrol Bölümü Seviye Belirleme Sınavı - Yazılım Bölümü Seviye Belirleme Sınavı - Makine Bölümü Seviye Belirleme Sınavı - İnşaat Bölümü Seviye Belirleme Sınavı - Kimya Bölümü Seviye Belirleme Sınavı (Daha başka bölümler de eklenebilir) Her birisi farklı zamanlarda yapılarak isteyen birden fazla bölümden derecesini de görebilir. 1-) ATAMADA ADALET Kamu personeli atama sınavı yapılıyor. Tarih coğrafya soruları ile "mühendis" ataması yapılıyor. Gelecek nesiller gülerek anımsayacaklar. Tüm atamaları akademik değeri olan Lisans Seviye Belirleme Sınavı ile yapmak çok mu zor bir şey. Üstelik bu sınava girmek için de üniversite mezunu olmaya gerek olmasa... Bir insan işi öğrenmişse, öğrenmiştir. Üniversite okumadan da öğrenebilir; işte çalışarak da öğrenir. Artık mühendis, tekniker diye mezun olunan bölüm üzerinden yapılan ayrımı ortadan kaldırarak, lisans seviye belirleme sınavı ile insanların liyakatı ölçülüp ataması yapılsa... İnsan var, mühendislik mezunu değil; derler ya 40 mühendisi cebinden çıkarır, zamanla işte öğrenmiş yapması gerekenleri. Yada dediğimiz gibi liseden itibaren yavaş yavaş bir disiplin altında kendini yetiştirir. Böyle insanlar ne diye üniversite sınavına hazırlanma, üniversite okuma süreçlerine tabi tutulsun ki; üstelik "diploma almanın" günümüzde hiçbir şekilde bilgi birikimini belirten bir şey olmadığı herkesin kabul ettiği bir gerçek iken; bir ton zaman ve para kaybına neden insanlar tabi tutulsun. İnsanlığın bütün bilgi birikimi internet vasıtası ile hepimizin evinin içinde olduğu bu çağda neden böyle bir şeye şartlandırılıyor ki insanlar. Üniversite okumak da işi öğrenmek için değil mi? Önemli olan hedef ise ve hedef de işi öğrenmiş olmak ise, neden insanların 4 yıl boyunca üniversite okumaları zorunlu tutulsun ki. Hedefe ulaşan ulaşmış zaten. İnsanın kendisine uygun seçtiği bölüm yada bölümlerle ilgili bilgi birikim ve yeteneğini ölçecek bir sınav insanların o konularda hem motivasyonunu artıracak, hem kendini disipline etmeyi öğrenecek hem de gereksiz büyük bir masraf ve zahmetten insanlardan kurtaracaktır. Peki bu durumda üniversitelere gerek yok mu? Ya kendi kendisini disipline edip bir bir buçuk sene sürecek eğitime tabi tutamayacaksa? Bir insan kendi başına ders çalışamıyor illa ki sınıf ortamında ders öğreniyorsa, üniversiteler açık. Kapansın demiyorum. Diplomam olsun diyene de açık. Ama atamalar diploma şartı aranmadan yapılacak olan Lisans Seviye Belirleme Sınavı üzerinden yapılmalı. Buna ek olarak da kesinlikle "sözlü sınav" denilen yukarıda saydığım adalet sürecini baltalayacak mülakat süreci de uygulanmamalı. Adil bir şekilde atamaların yapıldığını ve yapılacağını bilen insanların geleceğe dair umutları artacağı gibi, üretmeyi öğrenmeye dair motivasyonları da artacaktır. Şu anda uygulanan düzende varolan, aldığın puana göre bölüm seçip, bu bölümü angarya olarak -hatta tabiri caizse işkence gibi- okuyan bireylerden; kendine uygun olanı seçmiş, üretme amaçlı(ister bir nesne üretme, isterse de kamu hizmeti üretme) okuyan bireylere dönüşüm ulaşılması gereken hedeftir. Bu da sağlıklı bireylerden oluşan sağlıklı bir toplum yapısını oluşturacaktır. 2-) SEÇİM SİSTEMİNDE ADALET Neden herkese bir oy hakkı veriliyor? Herkesin bir canı var diye mi? Artık dünyada birçok ülkede oylama dijital olarak yapılıyor. Yakın zamanda tüm dünyada böyle oy verilecek. Tüm dünya dijital olarak oy kullanma ve oyların bir veri tabanında toplanması kolaylığından faydalansak ve her insanın hayatı boyunca yaptığı iyilikler ve kötülükler üzerinden hesaplanan bir vatandaşlık puanı olsa ve verdiği oy, genel seçim sonucuna vatandaşlık puanı ile ağırlıklandırılarak etkilese, adil bir seçim sistemi icra edilmiş olmaz mı? Nedir bu vatandaşlık puanı, nasıl belirlenecek? -rakamlar örnek olması açısında verilmiştir- Örneğin, her insanın doğuştan 500 puanı olacak. Bu puanına hayattaki fedakarlıkları ve kötülükleri ile çıkarma ve eklemeler yapılacak. Puan eksiltmeye bir örnek verirsek: Adi bir suç işleyenden(çeteleşme, gasp, soygun vs...) 499 puan çıkarılacak. Ve adi suç işleyen 500 kişinin oyu bir sabıkasız sade vatandaşın oyuna bedel olacak.(Bu oranlar artırılabilir, azaltılabilir; işlenen suça göre farklılık arz edebilir.) Puan eklemeye de Lisans Seviye belirleme sınavında aldığı puanın vatandaşlık puanına eklenmesini bir örnek olarak gösterebiliriz. Lisans Seviye belirleme sınavının tavan puanı 5000'e çekilerek, bu sınavda yüzde yüz başarı sağlayabilecek seviyedeki bir insanın oyu bu sınava hiç girmemiş 10 insanın oyuna bedel olacak. Eğer adi suç işlemişse isterse sınavda tam puan yapsın oyu tekrardan 1'e inecek. Detayları tartışmaya açık bu meselenin mantığı şudur: Her insan, insanlığa yaptığı fedakarlıklar ve kötülükleri ile yaşar. Eğer bir insan kötülük yapıyorsa aldığı eğitimden hiçbir şey almamış demektir. Başkalarına zarar veren kötülük yapanlar başka hiçbir özelliğine bakmadan puanı 1'e yada işlenen suça göre belirlenen değere iner. Böyle bir durum yoksa, hayatta hem kendine hem insanlığa yaptığı iyilikler, fedakarlıları ile puanını artırır. Lisans Belirleme Sınavına kendini hazırlaması, askerliğini yapması, toplumsal sorumluluklarını yerine getirmesi... Bunlar artı puanlardır. 3-) CEZALANDIRMADA ADALET Bir iki yüzyıldır uygulanan cezalandırma sisteminin kim adil olduğunu, vicdanları tatmin ettiğini söyleyebilir! Sadece hapsetme ile sınırlandırılmış cezalandırma sistemi... Bir örnekle anlatayım. Adamın bir tanesi yolun ortasında kadını on yerinden bıçaklıyor. Ceza olarak tatbik edilen şey, sadece hapis yatırılması. Oysa ki burada hakkını alması gereken iki mağdur var birincisi devlet ki o hapis yatırarak hakkını alıyor: ikincisi ise mağdur durumundaki insan. Devlet hapis yatırarak; kurallara karşı gelmesinin, üzerinde silah taşımasının bedelini ödetiyor. Ama ya o kadının hakkı? Cezalandırmada adaletin sağlanabilmesi için önce mağdur şahsın adaletinin sağlanması lazım ki örneğin bu durumda suçlunun vücuduna saplanacak 10 bıçak darbesidir bunun hakkı. Eğer hayatta kalmayı başarmışsa daha sonra hapis cezasını çekmeli. Eğer öldürmüşse bunun karşılığı olarak da öldürülmeli saldırgan. Bu noktada idam cezası ile ilgili olarak bir not düşmek istiyorum. İdam cezası sadece başkasını sebepsiz yere öldürene ve tecavüzcülere uygulanmamalı. İdam cezasını uygulanması gereken bir yer daha var ki; o da eğer ki yargıda çeteleşme faaliyeti gerçekleşmiş ise bunu yapanlar ivedilikle idam edilmeli. Çünkü devletin, insanların ihtiyaç duyduğu iki görevi vardır. Birincisi adalet, ikincisi güvenlik. Bu iki yerde çeteleşme demek, hukukun yıkılması demektir. Hukukun yıkılması ise devletin yıkılmasıdır. "Devlet yıkmak" budur. Eline silah alıp haydutlukla devlet mevlet yıkılmaz. Cezalandırmada adaletin de detayları uzun uzadıya tartışılabilir ama ben ana mantığı şöyle ifade edeyim: Suç işleyen iki şeye karşı suç işlemiştir birincisi mağdura ikincisi devlete (yani hukuk düzenine). Hapis yatırma devletin hakkını alması, kötülük yapanın yaşattığı şeyin aynısını yaşaması ise mağdurun hakkını almasıdır. Nedense mevcut dünya düzeninde sadece devletin hakkını alması uygulanıyor ve bu durum bu adaletsiz dünya düzeninin temelini oluşturuyor. 4-) EKONOMİDE ADALET Bakara 219. Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaç fazlasını.Kaç kişi bu ayeti tatbik ediyor hayatında. Aynı namaz, oruç gibi bir farz olan bu emri kaç kişi uygulayabiliyor? Allah, şehadet için kendimizi feda etmemizi istiyorsa, bunu yapabilmek de aslında bu ayetin tatbikinden geçiyor olmasın. Korkunun kaynağı elde ettiklerini kaybetmekse, -belki de elde ettiklerini hak etmediğinin farkındaysan ve kaybedersem bir daha elde edemem diyorsan- insanı şehadetten alıkoyan ve belki de sonsuzluğunu kaybettiren bu ayetin tatbik edilmeyişi mi yoksa!. Göz göre göre insanın nefsini yenemeyişi. Lisans Seviye Belirleme Sınavı ile atama sistemi beraberinde bir olumlu süreci daha getirir ki, o da, eğer ki sen mühendisliğin bir dalında kendini geliştirdin ve güzel bir puan alarak atandıysan, o işe mahkum değilsin, 5 sene sonra -mesela- maliye konularına çalış, o konuda kendini geliştir, puanını al ve atamanı gerçekleştir. Bir 5 sene sonra, mühendisliğin apayrı bir bölümü ile ilgilen arta kalan zamanlarında, gir sınavına al puanını ve farklı bir iş kolunda çalış. Ve hemen hemen her konuda yavaş yavaş, bilgi birikim sahibi, kendine kendine yeten birey ol. Hayattaki tüm korkuların bitsin. De ki: Gelsinler elimdeki her şeyi alsınlar, nasıl olsa üretmeyi biliyorum baştan kazanırım. Hayata karşı hiçbir korkum yok. Üret, ihtiyacın kadarını al gerisini fedakarlık olarak insanların hizmetine sun. Üret, tasarla insanlığın hizmetine sun. Ekonomide adalet, tatbik edilecek son ve en zor aşamadır. Ekonomide adalet aşamasının tatbiki üzerine kafa yoran düşünürler tarafından bireylerin olgunlukları ile doğrudan alakalı olduğu üzerine kurulmuş iken, insanoğlu güvenilmez olduğundan, insan faktörünü en aza indirip sınav ve kura sistemleri ile ekonomide adalete ulaşılabilir. Ama bunun için yukarıda saydığımız üç aşamanın da geçilmesi lazım. 3 aşamanın geçildiğini varsayarak devam edersek; ilk etapta yapılması gereken, özelleştirme denilen -uygulanışının atıl durumdaki tesislerin "istihdam yaratma" amaçlı özel sektöre satışı olması gerekirken- durduğu yerde bile milyonlarca dolar kar elde eden kurumların "özel sektör" denilen bir iki şahsa tabiri caizse "abi şu deli gibi kârı sen kasana indir; devletin, milletin kasasına gireceğine senin kasana girsin" diye devredilme ve sadece edilen kârı kaybetme değil, var olan istihdamı dahi yok etme durumun durdurulmasıdır. Kaybedilenlerin geri alınmaya başlanması. Kamu işçilerinin mesleki beceri ve birikimleri ile atanması ile elde edilen kâr doğrudan kamu çalışanlarının cebine girmesinin sağlanması ki, tüm bunların sonucunda; dünya öyle bir hale gelecek ki inşallah bir insanın üç beş sene çalışarak elde ettiği zenginlik ona bir ömür boyu yetecek. Özel sektörün tamamen bitirilmesi gibi bir durum -ki herkes kamu işçisi olmak zorunda değil- söz konusu değil. Zamanı geldiğinde özel sektör diyeceğimiz işçilerin oluşturduğu kolektiflere işler projeler verilecek. Burada dikkat edilmesi gereken husus, çeşitli projeler için açılan ihaleler yahut ta yeri güzel olduğu için para kazandıran tesislerin işletme hakkını en düşük teklifi verene verilmesi sistemi değil, bedelini devletin belirleyip kabul edenlerin arasında yapılacak kura sistemi ile işin verilmesi tatbik edilmeli. Bir işi alanlar belirlenecek belli bir süre ihalelere girememeli. Böylece mafyalaşmanın, paranın tekellerde birikmesinin bu açıdan önüne de geçilmiş olunur. Ekonomide adaleti sağlarken özel sektör devlet ilişkisi böyle olmalı. Burada anlatılan insanların ev, araba, yazlık sahibi olamaması ve bunları miras olarak bırakabilmesini engellemek değil. Üretim noktasında insanların, şu anda "özel sektör" denilen mafyalaşmış, tekelleşmiş, kâr eden tesisleri bile son derece komik rakamlara akrabalık, cemaatçilik, yandaşlık bağları ile elde eden, hiçbir liyakatı olmadığı hali ile dahi yine aynı bağlarla ihaleler alan; patron denilen kişilerin üretim sürecine hiçbir katkı sağlamadan fiyat artırarak hak edenin alması gerekeni kendi kasasına indiren acayip düzene ve ayrıca piyasadaki parayı hiçbir şey üretmeden insanları borçlandırarak kasalarında hapseden bankalara ihtiyacı olmadığını gösterebilmek. SONUÇ Mevcut dünya düzeninde özelleştirme ve "özel sektör" denilen yapılanma, bırak istihdam yaratmayı bizzat istihdamı yok eden ve para dağılımını üç beş kişide birikmesini ve insanları işsizlik ve fakirlikle boğma noktasına götüren şeytanın iki numaralı oyunu ve düzenidir. İnsanların liyakatının akademik bilgileri ile ölçülmesi ve atanmalarının yapılması bunun ilacıdır inşallah. Şeytanın bir numarası ise, herkese bir oy hakkı verilen "seni razı ve yapılacaklara ortak eden" sistemin iyi bir şey olduğunu zannettirmesidir. Sanki seçim sistemi geldiğinde çıkar odakları tarafından desteklenmeyen birilerinin sesini duyabiliyormuşsun gibi. Yapılacak kötülüğe, oy verdirerek seni de dahil eden ve isyan etmeni bastıran; isyan ne demek tevillerle haklı çıkarmanı sağlatan düzendir mevcut dünya düzeni. Belli bir zaman sonra oy vermiş insanların yaptıkları tek şey, oy verdiklerinin günahına ortak olduğunu bildiğinden ve hesabın kendisine de sorulacağını fark ettiğinden, oy verdiğinin çıkarını kendi çıkarınmış gibi savunmaya kalkmak. Şeytan bu şekilde kendi çıkarını savundurtuyor. "Onları azdıracağım ve -lafzen- kendi kötülüklerime ortak yapacağım" diyor ya İblis(Hicr 39-40). Vadettiğini de gerçekleştiriyor. "Oy ver, oy ver" diye zorluyorlar çünkü adı duyulmuşlar dışındakilere oy verilmeyeceğini biliyorlar. Sonra oy verdiğinin üzerinden istediklerini yapıyorlar. Sen de günaha ortak olmuş ve sesini çıkartamaz halde buluyorsun kendini. Bu dünya düzeninin zulmünün bir numaralı faktörü: ufak bir iki menfaat karşılığı satın alınan oylar, avamın oy verdiği ile arasında oluşan şahsi menfaat köprüsü. Eğer üretmeyi bilen, kendini geliştirmek için zaman harcamış, fedakar insanların özellikleri ile verilen oylar ağırlıklandırılırsa, bu konuda yapılan haksızlıkların önüne geçilmesi açısında çok çok büyük bir adım atılacak ve bu konuda da hak edene hak ettiği kadarı verilmiş olacak. Meslek edinimi ve hayatını kazanma sürecinde ise, uygulanacak Lisans Seviye Belirleme Sınavı ile insanların hiç bir kula muhtaç olmadıklarını, sadece mesleki bilgi birikimi ile atanacaklarını, kendilerini geliştirdikleri, faydalı oldukları sürece mutlaka emeklerinin karşılığını alacaklarını bildikleri sistem adil bir dünya düzeninin ana parçadır. |
at 13:21 0 comments
Labels: Genel