29 Kasım 2007 Perşembe

Muhammed Esed'in Hanımı "Hello" Demiş

Daha öncesinde de çok fazla değildi ama son 7-8 senedir T.V karşısında geçirdiğim zaman haftada 1 saati bile bulmamaktaydı, son 1 senesinde ise televizyon kurmadığım evimde hiç izleme durumum olmadı. Ne yazık ki O evi boşaltmak zorunda kaldım ve şu anda Telekom grevi yüzünden internet bağlatamadığım televizyonlu evimdeyim ve görüyorum ki içinde yaşadığım toplumun en fazla ilgi gösterdiği, "büyük(!) televizyon kanalı" diye tanımlanan kanalların televizyonculuğu; bıraktığım yerden çok daha rezil bir noktaya ulaşmış.

Sabahtan akşama kadar ne zaman TV’yi açıp kanalları dolaşsam(haber kanalları hariç), gördüğüm manzara, bir kadın hüngür hüngür ağlıyor ya mahrem ya da onun benzeri, insanın bırak anlatmayı dinlerken bile utanacağı bir konudan bahsediyor (sanıyorum bu iş için yeterli miktarda para alıyorlar), etrafındaki sunucu ve diğer karakterler de sanki üzülüyormuş ya da etkilenmiş gibi yapmacık yapmacık surat ifadeleri yapıyorlar. Sözün özü; birazcık eğitim, terbiye sahibi bir insanın kanal değiştirirken bile zor dayanabileceği düzeyde programlar.
Akşama doğru ise gene içinde yaşadığımız toplumun en fazla rağbet ettiği haber bültenleri başlıyor. Allah'ım o nasıl şey öyle. Sabah yayımlanan yapmacık programın havası hiç değişmeden, sanki aynı havada bu sefer ciddi konuları görüyorsun ekranda. Altta bangır bangır bağıran bir müzik...

Karayip Korsanları, Son Samuray, Son Mohikan mı dersin yerli yapımlar mı dersin, başlıyorsun soundtrack dinlemeye. PKK ile ilgili haber başlıyor altta savaş müziği, bir kaza olmuş, ölüm haberi var, altta duygusal bir müzik. Çıkarmışlar birini özeli ile ilgili hiç kimseyi ilgilendirmeyen sorular soruluyor, altta romantik bir müzik... Spikerin kötü bir haber verirken yapmacık bir şekilde büründüğü hüzünlü surat ifadesi, iki dakika sonra neşeli bir haberde yerini gülücüklere bırakıyor. Şaka gibi. Sanki haberin üzücülüğünden ya da neşeliliğinden etkilenmiş gibi yapmak zorunda. Her haber gerçekliğinde uzaklaşmış, abartıdan başka bir şey barındırmıyor. Eskiden ne güzeldi yalnızca haberi, ciddi bir şekilde, müziksiz olarak veriyorlardı sen de ciddi ciddi dinliyordun. Şimdi her haber ayrı bir klip olmuş.

Bu yapmacık haber bültenlerinde asıl gelmek istediğim nokta şu: Verilen haberlerin başlığı ağır ve herkesi ilgilendiren bir nitelikte ama haberi izlerken görüyorsun ki içi bomboş. Ne demek bu? Örneğin başbakanlık ile Genelkurmay Başkanlığının ya da Cumhurbaşkanlığının buluştuğu önemli bir toplantı olmuş. Ne toplantının önemine vurgu var ne çıkacak sonuçların etkilerinden bahsediliyor. Yok başbakan soğuk davranmış, yok o ona selam vermemiş, yok elini sıkmamış. Sanki (affedersiniz) mahalle karısı yan komşusuna dedikodu yapıyor.
Bir ziyaretçi gelmiş. Ya da Türkiye'den biri gitmiş. Başlıyor özel güvenlik önlemleri muhabbeti. Yok çatıya keskin nişancılar konmuş, yok kuş uçurtulmamış, özel(!) harekat timleri sabahın erken saatinden beri görevinin başındaymış. Yarım saat özel(!) güvenlik muhabbeti geçiyor, ekranda "kaliteli" güneş gözlüklü özel(!) timler. Face to Face filmindeydi John Travolta bir sahnede " O kadar özel bir birliğiz ki, biz bile ne yaptığımızı bilmiyoruz" diyordu. Ne zaman "özel güvenlik önlemleri" muhabbeti başlasa bu müzikli haber bültenlerinde aklıma hep o sahne gelir.
Dediğim gibi, haber başlıkları önemli bir konu ifadesi barındırıyor. (Bir ziyaret ya da ekonomik, siyasi bir toplantı) ama haberin veriliş tarzı, altındaki film soundtrack'i, spikerin kendini sokmaya çalıştığı komik surat ifadesi haberin içini bomboş hale getiriyor. En kötüsü şu ki sanıyorum toplum bunları verildiği tarzı yadırgamadan izliyor. Yani mesela bir kaza olmuş bilmem kaç kişi ölmüş, altta normal zamanda dinlese bile ağlayacağı cinsten bir müzik, perişan bir şekilde ağlayan insanlar( özellikle onları kullanıyorlar) görüntüsü ile uzatıla uzatıla veriliyor. İzleyen de bir anda film izler gibi ya da filmdeki bir sahneye üzülür gibi duygusallaşıyor ve haber bitip neşeli bir habere geçildiğinde bir anda o haber bitiyor ve neşeli müzik eşliğinde "kedi ağaçta kaldı" haberi izlemeye başlıyor. Sanki haberi bitince kazada ölenler geri geldi. Sanki o o olay hiç yaşanmadı. İşte bu yapmacıklığa eğer izleyen duyarsız kalıyor, rahatsız olmuyor, yadırgamıyorsa o kişi popüler kültürün erozyonu altında yalandan bir hayat yaşıyor demektir.
Hala daha bu müzikli haber bültenlerini izleyebilen bir toplum bulabiliyorlarsa, görünen o ki o toplum, içinde cıvıklık ve galeyan kültürü barındırmayan hiçbir şey izlemiyor.
Bunun sonucu olarak, en ciddi konular bile ciddiyetinden uzaklaşıp, alttaki müzik vasıtası ile ya duygusal bir film moduna, "o ona hiç bakmadı" muhabbeti ile (tekrardan affedersiniz) mahalle karısının yan komşusuna haber verme haline ya da "özel güvenlik önlemleri ile" dikkate alındıklarına, ilgi gördüklerine yani güce tapıcılığa bürünüyor.

İyi de ben bunları neden anlattım. Üstelik bir insan verilecek en büyük cezanın ona ilgi göstermemek olduğunu bilen ve savunan biri olarak. Sadece ilgi çekmek için yapılan bu hareketleri eleştirmek hatta küfretmek bile ona ilgi göstermektir. Yani ona hizmet etmektir.
Hem de şu var ki, nefsin en tat aldığı zevklerin başında gelen ve yenmenin çok çok zor olduğu gösteriş, dedikodu gibi isteklerini günlük hayatta yenemeyen fert elbette gazete okurken ya da TV’nin karşısındayken de yenemeyecek. Bunun sonucunda merak edip, pûr dikkat izleyip, dinleyip üstüne bir de "belgesel vb." yayımları takip ettiğini ve magazinvari haberlerin zararlarından bahsedenler her zaman beni güldürmüş iken, ben niye bu konuyu gündeme alıp bu kadar uzun yazdım. Bu belki de bu blog için utanç verici bir olay. Çünkü okurken görülebilir ki, yazar eleştirdiği insanları zaten izliyor. E eleştirdiği insanlar zaten o işleri ne olursa olsun "illaki izlenilsin" diye yapıyorsa ve sen de izliyorsan... Dediğim gibi bu hizmetten başka bir şey olmuyor. Neyse; bu konuda yazı yazmak hakikaten hoş olmayan bir olay ama bu konuya değinmek zorundayım. Gerçekten zorundayım. Yoksa popüler kültürle alakalı bir konudan bahsetmek (istediği kadar eleştiri içersin), bu sitedeki diğer yazıların hepsine hakaret etmek gibi olduğunun farkındayım.

Bahsetmek zorundaydım dedim çünkü televole kültürü artık İslami yazı yazan yazarlara da sirayet etmeye başlamış durumda. Asla, zerre laubalilik kaldıramayacak konuyu ele alırken dahi...

Ne kadar İslami bir gazetede köşe yazarı olursa olsun nefsine yenilemez mi bir insan? Elbette yenilir, buna hakkı var. Ama asla bunu bir tefsir hakkında ya da bir ilim dalı hakkında(kelam, hadis, fıkıh) ya da bir ilim adamı(kelamcı, müfessir, hadis âlimi) hakkında yazı yazarken yapamaz. Buna hakkı yok.

Ne dedik. Müzikli haber bültenlerinde başlık önemli bir vurgu yapıyor ama içinden buram buram popüler kültürün rağbet edeceği tarz yükseliyor.

"M. Esed’in ve Ötekilerin Meâl ve Tefsirlerindeki Yanlışlar" başlıklı bir yazı yayınlanmış bir gazetede, dikkatini çekiyor açıp okuyorsun, hataların ne olduğunu görebilmek için çünkü düşünsenize Allah'ın kelamını izah ederken birisi hatalar yapmış. Tabi âlimin hatası da sevaptır ama yazarına ister istemez bir vebal yüklüyor. Üstüne üstlük okuyanlar da bu tefsirlere bakıp içtihat yapacaklar, kurallar çıkaracaklar. Onun için neyse yanlışlar görelim, bilelim ona göre bizler de hata yapmayalım diyerek yazıyı okumaya başlıyorsun. Başlıyorsun ki, o da ne, içinden "Muhammed Esed'in hanımı hello demiş"ler yükselmeye başlıyor.

Hah, şimdi burası çok önemli: Eğer ki, siz bir "kitap" ile alakalı başlık atılmış bir yazıyı okumaya başlıyor ve içinden özeli ile ilgili ne yazanı ne okuyanı zerre kadar alakadar etmeyen bir yazı çıkıyor ve bu yazıyı yadırgamıyor ve üstüne üstlük hakikaten "kitabın" kendisi ile ilgili kötü bir yargıya ulaşıyorsanız. Siz de popüler kültürün yarattığı dejenerasyondan nasibinizi almışsınız demektir.

İşte tüm bu cümlelerin kaynağı, çok büyük bir üzüntü halinde müşahede ettiğim müslümanların popüler kültürü yavaş yavaş içine sindirmesi. Sindirebilmesi. Hayır, müslümanın buna hakkı yok. Popüler kültür sana insanların özelini merak etmeyi öğretiyor, TV’de iken hiç tanımadığın bir şahsın, TV’yi kapattığında yan komşunun. Hayır, sen(ben) bunu öğrenemezsin. Nefsimiz meyilli, ne büyük tat alıyor, hoşuna gidiyor insanların özel meselelerini öğrenmek, farkındayım ama bunu yapmaya hakkımız yok.

Bir adam yıllarca tefekkür edip, Arabistan'da 7 sene süren bir çalışma yapmış ve sonunda bunu masanın üstüne koymuşsa, ona yapılacak en büyük hakaret: “Bak şimdi senin yazdığın meali eleştireceğim deyip, özel meseleleri hakkında konuşmaktır". Ve ne acı ki, artık müslümanlar "mealde yanlışlar" diye atılan başlığı görüp, yazıyı okumaya başladığında mealle uzaktan yakından alakası olmayan televole haberi okuyup, "hakikaten mealde hatalar varmış ya" diyebiliyor. Ya da; Muhammed Esed'in şahsi olayları ile ilgili yazı yazan biri "Mealdeki Hata" diye başlık yakıştırabiliyor yazısına.

Farkında mısınız; sıradan bir insana dahi yapılamayacak şeyi bir müfessire, ümmedin bir hocasına reva görüyoruz. Reva göreni belki haklı bile buluyoruz. Üstüne üstlük bırak bir müfessiri, herhangi bir insanın özeli hakkında konuşma hakkını İslamiyet elimizden almışken bunu yapıyoruz.

Bari İslami gazetelerde, dergilerde yazı yazanlar köşelerini televole kültürü ile kirletmesinler, bırakalım bu işleri müzikli haber bültenleri yapsın. Bari siz yapmayın.
Dua ile...

25 Kasım 2007 Pazar

Hak Din ve Mantık İlişkisi

Hak dinin sapık olarak isimlendirdiği inanışlar da iyilikten, yaratılıştan, ibadetten söz ediyorsa; bir inanışın Hak din olduğunu nasıl anlayabiliriz? Hem de, neredeyse her inanışın mensuplarının bir sürü "olağanüstülük" iddiası da varken, neyi kullanarak ayırt edeceğiz, elimizde parametre olarak kullanabileceğimiz ne var?

Tek bir şey: "mantık".

İslamiyet aktardığı her şeyi bir mantık çerçevesinde aktarır. Bazı ibadet hükümleri dışında (örneğin neden secde ediyoruz da yana yatmıyoruz vs. gibi...) sunduğu her şey sorgulanır ve sorgulanmak zorundadır. İşte Müslümanlık budur. Müslümanlık İslamiyet’i tercih etmedir...

Tercih etme üzerinde biraz duralım...

Avamın örgütlenmesi, çoğunlukla kimlik bunalımı ve yalnızlık korkusundan ileri gelir, bir şeylerin mukayeseni yaptığından değil. Girdikten sonra biranda fanatik olur. Hiçbir şeyi sorgulamak zorunda değildir çünkü nefsani istekleri doğrultusunda girdi, sorgulamanın ortaya çıktığı aklı çoktan devre dışı bıraktı zaten. Fanatizm, meydan okumalar, büyük laflar etmeler ile daha fazla yer edineceğini sanmakta artık... Nefs tadı bir kere aldı mı hiç bırakmaz peşini.

Peki, Müslümanlar neden böyle olamazlar? Daha doğrusu bir insan böyle ise neden müslüman olamaz? Çünkü müslüman çelişki duyandır, merak edendir, ilim talep edendir, soru soran, sorularına cevap isteyendir. Yani kendini tercih edebilmek için hazırlayandır. Bunların sürecin baş aktörü aklıdır. Yaptığı iş onu kullanmasıdır. Nasıl ki ahirette nefs yok dolayısıyla günaha girmek için bir neden yok ise, aynı şekilde müslüman için de fanatizm göstermesi için bir nedeni yoktur, çünkü ilmin hiç bitmeyecek bir hazine olduğunu anladı ve o kulvarda deli gibi kulaç atma ile meşgul.

İlime, merak ettiklerinin cevabına nasıl ulaşabilir insan?

Birincisi, tefekkür ederek (bunun için yalnız kalması, kalabalığın içinde bile), ikincisi de kendi nefsani isteklerini göz ardı ederek... (bunun için de nefsini yenmiş olması lazım, en azından o kısa süreç için)

Ne kadar ilginç değil mi, müslüman ilim deryasında yüzebilmek için yalnızlığa ihtiyacı varken, aynı yalnızlık müslüman olmayanın gözünde, korkması ve kaçması gerektiğini sandığı bir duygu halini alıyor. Yani müslüman olmayanın korkusunun kaynağı, müslümanın gücünü aldığı yer oluyor. (O zaman korkuyorsak daha müslüman olamamışız ya da mantık kuramıyorsak daha müslüman olamamışız diyebilir miyiz?)

Müslüman bu gücü alıyor ve başlıyor tefekküre; sorguluyor, sorguluyor, sorguluyor ve Allah'ın hidayeti ile cevaplar önüne serilmeye başlandığında bir anda İslamiyet’in diğer dinlerden farkını ve diğer dinlerin neden sapmış olduklarının farkına varıyor. Diğer dinleri ve diğer dinlerden farkını anladığı anda ise artık tercih edebilmiş oluyor.

Aslında insanların çoğunluğu(bizler) İslamiyet’i tercih etmiş değiliz belki de(AllahuAlem). Yalnızca küçüklüklerinden beri İslamiyet’i öğrendikleri için İslam’a uyuyorlar. Uymalarının nedeni küçüklüklerinden beri öğretilmesi, İslamiyet olması değil. Hak dinin neden hak din olduğunun farkına varmaları değil. Eğer Hristiyanlık öğretilmiş olsaydı Hristiyan, Mecusilik öğretilmiş olsaydı Mecusi, Budizm olsaydı Budist olacaklardı. Peygamberimiz zamanında yaşasaydı, tüm inancını ve kutsalını sarsan biri ile karşılaşmış olsaydı, O'na karşı gelmez miydi? Mekkeli müşrikler aptal mıydı? Nasıl yani onlardan daha mı akıllıyız? Onlardan olmamamız için neden nedir? Ne diyecektik de hak peygamber olduğunu anlayacaktık?


Mucize mi yoksa!

Tamam, mucize isteyelim. O da bize "hayır" diyecek -daha önceki İman Edenler Kabul Edenlere Karşı yazımızda göstermiştik ayetleri- ve üstüne ben yalnızca ölümlü bir elçiyim diye ekleyecek. Bu durum için de zaten Allah başka bir ayette mealen onların kabul etmemesi olağanüstü bir elçi beklemeleri diyor yani bu meselenin imansızlık olduğunu söylüyor. Yani mucize konusunda elimiz boş kaldı.

Kendinizi o döneme çevirin her gün sokakta gördüğünüz biri belki arkadaşınız peygamber olduğunu söylüyor ve mucizesi yok. Şu anda hemen bugün olsa hemen reddederiz. Neden? Çünkü İslamiyet bize O'ndan(s.a.v) başka peygamber gelmeyecek diyor. E, Mecusiler, Hristiyanlar ya da Yahudiler de kendi "kabul ettikleri" (kabul ettikleri ifadesi çok önemli), küçüklüklerinden beri büyük bir samimiyetle öğrendikleri inançlarında, kutsallarında da kendi bildiklerinden sonra peygamber gelmeyeceği yazıyor ise ve onlar da bu sebeple yani küçüklüklerinden beri öğrendikleri hiçbir zaman tercih etmedikleri kendi kutsallarını koruma adına hareket ettiyse. Şu anda kendini peygamber ilan edene karşı çıkacak bizlerle Mekkeli müşrikler arasında ne fark var?

İslamiyet hak din demekle olmuyor azizim. Bu fakirden sizlere tavsiye, hiç korkmadan her şeyin mantığını öğrenmeye bakın. Bununla uğraşmadan "Ben teslim oldum" diyorsanız siz yalnızca aklını kullanmaktan kaçan; bir korkaksınız demektir. Teslimiyet; mantığı çözdükten sonraki duyduğun hayranlıkta gizli… Böyle değilse sen yalnızca nefsine teslim oldun demektir ya da korkularına yenildin. Aklını kullanmaktan korkma. Ve en önemlisi korktuğunu da reddetme.

Bir hak dinin, haklılığının nedeni mantık sunma zorunluluğudur. İslamiyet hak din ise zaten sorularının cevabını verecektir. Yok, içinde gizlediğin sorulara cevap veremiyor ise, o zaman sen zaten hiç bir zaman iman etmedin. Pek bir değişiklik olmayacak merak etme.

14 Eylül 2007 Cuma

İnsanoğlunun Nefsini Farketmesi

Rekabet İçgüdüsü ve Hadid-20 başlıklı yazıyı yazıp siteye gönderdikten bir müddet sonra bir ayet ile karşılaştım. O yazıyı yazarken bu ayetten haberim yoktu. Heyecanlandırdı, şaşırttı beni, ayet Hz. Adem'in çıplaklığını fark edişini anlatıyordu. Okuyalım inşallah:

Araf 20. Bunun üzerine, Şeytan, onlara, [o ana kadar] farkında olmadıkları çıplaklıklarını göstermek amacıyla (14) fısıldayıp: "Rabbinizin sizi bu ağaçtan uzak tutması, yalnızca, siz ikiniz melekler [gibi] olmayasınız ya da sonsuza kadar yaşamayasınız diyedir" (15) dedi.

14 - Lafzen, "[o güne kadar] çıplaklıkları hakkında kendilerinin henüz farkında olmadıkları şeyi onlara ifşa etmek için..." Burada, insanoğlunun cennetten çıkarılmadan önceki saf ve masum durumuna; yani, kötülüğe çağırmak için hazır bekleyen bütün o ayartılar ve yanlış bir seçim sonucu içine düşülen bedbahtlık yanında, insanın henüz kendi yapısının da bilincinde olmadığı, yapıp etmeleri için alternatif yön ve gidişler arasında seçim yapabilme imkan ve iktidarından henüz haberdar olmadığı bilinç-öncesi dönemini yansıtan bir temsîl (allegory) karşısında olduğumuz anlaşılmaktadır.

15 - Lafzen, "ya da ebedî olan kimselerden olmayasınız diye…": bu sözlerle Şeytan, onların içine sonsuza kadar yaşamak ve bu anlamda Tanrı gibi olmak tutkusunu sokmak istiyor. (Bkz. 20:120 ile ilgili 106. not.)


Ben ayetlere sıfırdan yorum getirebilecek herhangi bir ilme yada konuma sahip değilim elbet ama şurası çok ilginç ayette ifade buyurulduğu gibi Hz.Adem ve Hz. Havva birey olarak yaratılışından belli bir süre sonra şeytana uyarak nefsinin farkına varıyorlar ve bulundukları bahçeden dışarı çıkarılıyorlar. Biz yazımızda ne anlatmıştık: insan doğumundan 6 yaşına kadar nefsini fark edemiyor ve nefsini fark etmesi ile apayrı bir sürece giriyor ve artık insan için hiçbir şey eskisi gibi olmuyor.

Ayette yazılanlar ile benim yazdıklarımı kıyas edersek;

AYET / ÖNCEKİ YAZI

Hz. Adem / İnsan

Bahçe'de Kalışları / İnsanın 6 yaşına kadar geçirdiği zaman

Çıplaklarını fark edişleri / İnsanoğlunun nefsini fark edişi


Diyebilir miyiz ki ayette Hz. Adem(a.s) yaratılış sürecini aslında her insan hayatında tekrar ediyor. Ya da şöyle desek; ayette ifade buyurulan süreç ile, Allah Hz. Adem'in yaşam süreci üzerinden her insanın yaşadığı yaşam sürecini bildiriyor...

Eğer doğru isek, şu sonucu da çıkarabiliriz:

Ayette Hz. Adem'e çıplaklığını fark ettiren şeyin şeytan olduğu bildiriliyor. Demek ki burdan şeytanın bir fonksiyonuna daha ulaşıyoruz. İnsanoğluna nefsini fark ettiren şeytandır. Yani aynı şeytanın Hz. Adem'i kandırması gibi, her insan hayatına şeytana yenilerek başlar. Takip eden ayetlerde de bu süreç bu şekilde anlatılmaktadır diyerek bu kısa yazımızı bitirelim:

TAHA 22. Ve böylece onları yanıltıcı düşüncelerle yönlendirdi. Fakat o ikisi, sözü geçen ağacın meyvesinden tadar tadmaz birden çıplaklıklarının farkına vardılar; ve bahçeden topladıkları yapraklarla üzerlerini örtmeye koyuldular. Bunun üzerine Rableri onlara (şöyle) seslendi: "Ben sizi o ağaçtan men edip de, Şeytan sizin gerçekten apaçık düşmanınızdır' dememiş miydim?".

TAHA 23. O ikisi: "Ey Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, hiç şüphesiz, kaybedenlerden olacağız!" dediler.

Taha 24. [Allah]: "İnin, (16) [bundan böyle] birbirinize düşman olarak!" dedi, "yeryüzünde bir süre için konacak bir yurt ve geçiminizi sağlayan şeyler bulacaksınız:

16 - Zımnen, "bu katıksız mutluluk ve safiyet konumundan". Bu temsîlî Düşüş (yahut cennetten çıkarılış) kıssasının 2:35-36'daki versiyonunda da görüldüğü gibi, olayın bu safhasında ikil muhatap, anlamlı bir biçimde çoğul muhataba dönüşüyor; böylece hem bu surenin 10. ayeti ve 11. ayetinin başlangıcıyla yeniden bağlantı sağlanmış oluyor, hem de Âdem ile Havvâ kıssasının, gerçekte, insanoğlunun kozmik kaderi ya da durumunun temsîlî bir anlatımı olduğu açıklık kazanmış oluyor. O ilk safiyet, masumiyet döneminde insan, kötülüğün varlığından ve dolayısıyla eylem ve davranışları için var olan sayısız imkan arasında her an bir seçim yapma gerekliliğinden haberdar değildi: diğer bir ifade ile, başka bütün hayvanlar gibi sadece içgüdülerinin gösterdiği yolda yaşayıp gidiyordu. Yine de bu safiyet, madem ki bir erdem değil de yalnızca bir varoluş şartı durumundaydı, o halde, insan hayatına statik bir nitelik veren ve böylece insanı ahlakî ve zihnî gelişimden alıkoyan bir nitelikti. İnsanda Allah'ın buyruğuna karşı direngen bir itaatsizlik eylemi olarak simgelenen bilinç gelişimi ya da bilinç/duyarlık sıçraması, bu statik durumu bir anda değiştirdi; bu uyandırılmış bilinçtir ki, onu, sadece içgüdüleriyle yaşayan bir varlık olmaktan kurtarıp bizim şu bildiğimiz, tüylenmiş, gelişimini tamamlamış insan özüne -eğriyi doğruyu ayırd edebilme ve dolayısıyla hayatta tutacağı yolu seçebilme yeteneğine sahip sahici insana- dönüştürdü. Bu itibarla, en derin anlamıyla Düşüş temsîli hiçbir zaman bir gerileme, yozlaşma olgusunu değil, tersine, insanın gelişip olgunlaşma sürecinde yepyeni bir evreyi, ahlakî bilince uyanma evresini tasvir etmektedir. "Ağaca yaklaşma"yı yasaklamakla Allah, insanoğlunu eğri davranma imkanından haberdar etmekle kalmadı, dolayısıyla, kendi irade ve ihtiyarıyla doğru davranma imkanını da bahşetmiş oldu ona. Ve böylece insan, kendisini doğal güdü ve sezgileriyle yaşayan diğer bütün yaratıklardan ayıran özgür ve ahlakî bir iradeyle donanmış oldu. Şeytan'ın ya da İblis'in insanın ezelî ayartıcısı olması hakkında bkz. 2:34'de 26. not ve 15:41'de 31. not.

TAHA 25. Orada yaşayacak ve öleceksiniz" diye ekledi, "ve [Kıyamet Günü] oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız!" Muhammed Esed Tefsiri

23 Temmuz 2007 Pazartesi

Fil Sûresinin Taşları ve Kuşları

Üstad 20. sözde şöyle der:

Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir. Tâ, ervah-ı âliye ile ervah-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasılki bir mâdene ateş veriliyor; tâ elmasla kömür, altunla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer mâdeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin... Mâdem Kur'an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe Sûretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Âdeta gökyüzündeki yıldızlarla vazıhan لآَاِلَهَ اِلاَّاللَّهُ yazmak misillü bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh (Haşiye) beraber kalacaklar...

24. sözde ise

Ervah-ı âliyeyi, ervah-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise ileride herkese göz ile görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki; ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i Kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa; o vakit kömür gibi bir istidad, elmas gibi bir istidad ile beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zâyî' olur.

Mucizelerin çizgi filmlerde gördüğümüz sahneler şeklinde değil, akla kapı açacak fakat ihtiyarı elden bırakmayacak incelikte olduğunu/olacağını söyler. Tercih etme hakkı dolayısıyla imtihan yok olmaz.

Şimdi Fil sûresi hakkında kısa bir bilgi alıp ve örneğin Diyanet mealinde "balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar" olarak geçen kuşların, taşların aslında ne olduğunu öğrenelim. (AllahuAlem)

FİL SÛRESİ:
Adını ilk ayetinde geçen "Fil Ordusu"ndan alan bu sure, Miladî 570 yılında Habeş'lilerin Mekke'ye karşı başlattıkları sefere atıfta bulunmaktadır. Yemen'in (ki o zaman Habeş'lilerin yönetimi altındaydı) Genel Valisi olan Ebrehe San‘â'da büyük bir katedral inşa etti ve böylece her yıl Mekke'nin kutsal ve güvenli mâbedi Kâbe'yi ziyarete giden Arap hacıları bu yeni kiliseye çekmek istedi. Bu ümidi gerçekleşmeyince Kâbe'yi tahrip etmeye karar verdi ve çok sayıda savaş fili ile desteklenen kalabalık bir ordunun başında Mekke'ye karşı sefere çıktı ve böylece o zamana kadar bilinmeyen ve Arapları şaşırtan bir olayın simgesi oldu: bu nedenle, hem çağdaş hem de daha sonraki kuşaktan tarihçiler, o yılı "Fil Yılı" olarak adlandırdılar. Ebrehe'nin ordusu, bu sefer sırasında, -muhtemelen son derece tehlikeli bir çiçek veya tifüs salgınına yakalanarak (bkz. aşağıdaki not 2)- yok oldu ve Ebrehe de San‘â'ya dönüşü sırasında öldü (bkz. İbni Hişâm; ayrıca İbni Sa‘d I/1, 55 vd.).

HABERİN yok mu Rabbin Fil Ordusu'na (1) ne yaptı? Onların kurnazca planlarını tamamen bozmadı mı? Üzerlerine kalabalık sürüler halinde uçan varlıklar saldı, onlara önceden tesbit edilmiş taş gibi sert azap darbeleri (2) vurdular, ve onları yalnız sap dipleri kalasıya yenmiş bir ekin tarlasına benzettiler. (3)

1 - Lafzen, "fil arkadaşlarına (ashâb)" -bkz. giriş notu.
2 - Lafzen, "siccîl taşları ile". 11:82, not 114'de açıklandığı gibi, siccîl terimi sicill ile eş anlamlıdır, ki o da "bir yazı" veya mecazî olarak, "[Allah tarafından] hükmedilmiş/tayin edilmiş bir şey" demektir: bu nedenle, hicâraten min siccîl ibaresi, "önceden tesbit edilmiş (yani, Allah'ın takdiri ile) taş gibi sert ceza/azap darbeleri"ni gösteren bir mecazdır (Zemahşerî ve Râzî, 11:82'deki aynı ifade ile ilgili yorumlara kıyasen). Giriş notunda açıklandığı gibi, yukarıdaki ayetin atıfta bulunduğu özel bela/azap anî bir salgın hastalık olabilir: Vâkıdî ve Muhammed b. İshâk'a göre -bu ikincisi, İbni Hişâm ve İbni Kesîr tarafından aktarılmıştır- "ilk defa o zaman Arap topraklarında lekeli humma (hasbe) ve çiçek hastalığı (cuderî) görüldü". İlginç olan bir nokta da şudur: hasbe kelimesi -ki, bazı otoritelere göre aynı zamanda tifüsü ifade eder- asıl olarak "taşlarla vurmak" [veya "darbe vurmak"] anlamına gelir (Kâmûs). -(Çoğulu tayr olan) tâir ismi ise, hatırlatmak gerekir ki, kuş veya böcek cinsinden herhangi bir "uçan varlığ"ı gösterir (Tâcu'l-‘Arûs). Yukarıdaki ayette zikredilen "uçan varlıklar"ın mahiyeti hakkında ne Kur'an ne de sahih Hadisler herhangi bir bilgi vermez; diğer taraftan, yorumcuların sarıldığı bütün "tasvirler" tamamiyle hayalî olduklarından ciddî olarak üzerlerinde durmaya gerek yoktur. Eğer salgın bir hastalık varsayımı doğru ise, "uçan varlıklar" -ister sinek, ister böcek- bu mikrobun taşıyıcıları olabilir. Ancak bir şey açık ve kesindir: işgalcileri teslim alan belanın mahiyeti ne olursa olsun kelimenin gerçek anlamıyla tam bir mucize idi -çünkü baskı altındaki Mekke halkına hiç beklenmeyen bir kurtuluş imkanı sunmuştu.

3 - Bu pasaj, bazı otoritelere göre bunun bir parçası olan sonraki surede devam etmektedir (bkz. 106. surenin giriş notu).
Muhammed Esed Tefsiri

19 Temmuz 2007 Perşembe

Rekabet İçgüdüsü ve Hadid - 20

Uzun zaman önce NTV'de izlediğim (BBC yapımı) bir belgeselde gösterilen bir deneyi anlatarak başlayalım yazımıza. Belirtelim ki deneyin çok ilginç bir şekilde biten sonucu bizim yazımızın ana konusu.

Malzemeler: Gizli kamera yerleştirilmiş bir oda, odada bir masa ve üzerinde bir şeker, masanın yanında 2 sandalye, sandalyenin birinde deneyi yapan doktor bir bayan, ötekisinde ise 6 yaşını aşmış bir çocuk(denek).
Kadın çocuğa: "Gel seninle bir oyun oynayalım. Ben şimdi bu şekeri bir elime saklayacağım, sen hangisinde olduğunu bilirsen, sana vereceğim. Tamam mı?" diyerek deneye başladı.
Çocuktan onayı aldıktan sonra ellerini arkasına götürdü ve birinde şeker saklanmış, yumruk halinde iki elini uzattı. Çocuk birini seçti. Bildi, bilemedi.

Hemen akabinde doktor: "Hadi şimdi sen sakla bir eline, ben tahmin edeyim" diyerek cebinden bir şeker daha çıkardı masanın üstüne koydu. 6 yaşını aşmış çocuk, aynı doktor bayanın yaptığı gibi şekeri alıp ellerini arkasına götürüp yumruk halinde ellerini uzattı. Doktor seçimini yaptı ve deneyin ilk bölümü bitti.

İkinci aşamasında aynı deneyi 6 yaşından biraz daha küçük bir çocuk ile denediler. Gene çocuğa yapılacaklarını izah ettikten sonra doktor ellerini arkaya götürdü ve gene yumruk halinde olmuş ellerini uzatarak şekerin hangi elinde olduğunu sordu. Çocuk bildi, bilemedi.
Çocuğun tahmininden sonra doktor bir şeker daha çıkarıp masanın üstüne koydu ve çocuğa: "Hadi" dedi "şimdi sen sakla ben tahmin edeyim".

Ve çok ilginç bir şey oldu. 6 yaşını aşmış çocuğun aksine 6 yaşından daha küçük olan çocuk şekeri alıp ellerini arkasına götüremedi. Masanın üstünde iken bir eli ile şekeri kapamaya çalıştı, yanına diğer elini koydu. Ama şekeri alıp ellerini arkasına götüremedi. Bunu yapmayı başaramadı.
NEDEN? Neden 6 yaşının üstündeki çocuk bunu başarabilirken, 6 yaşının altındaki çocuk bunu başaramadı?

Çünkü 6 yaşından önce hiçbir çocuk kendisini başkasının nasıl gördüğünü hayal edemez.

Yani; daha küçük olan çocuk, birinci çocuğun aksine doktorun ve daha genel olarak insanların onu nasıl gördüğünü düşünemez, bilemez. 6 yaşından sonra bu güce kavuşur ki işte o anda bir nefsi olduğunu fark eder. Ve işte tam o anda artık ölene kadar hiç bitiremeyeceği bir sürece başlamıştır insan: Başkaları İle Rekabet Etmeye.

Artık sevap-günah defteri açılmıştır. Sorumluluk başlamıştır. Gerçi İslam âlimleri insanın akıl baliğ olmasını, cinsel zevki tatması yani buluğ çağına ermesi olarak belirtmişlerse de, kendi görüşüm sorumluluğun başladığı anın ergenlikten daha önce gerçekleşen insanın kendisini başkasının nasıl gördüğünü hayal edebilme yeteneğine kavuşma anı olduğudur. Yukarıdaki deney ile izah edildiği gibi...


HADİD 20. Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve aranızda bir övünme, mal ve evlad da bir çokluk yarışından ibarettir. Bu tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, rençberleri imrendirir; sonra heyecana gelir, bir de görürsün sararmışdır, sonra da çörçöp olur! Ahrette ise şiddetli bir azap, birde bir bağışlama ve hoşnutluk vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir yararlanmadan başka birşey değildir!


Tabi bu rekabet içgüdüsü (ayette yarış olarak bildirilmiştir) beraberinde birçok durumu da yaşatır insana. Bazılarını sıralarsak:

1-) Endişe: Bu rekabet içgüdüsün yarattığı en zararlı histir endişe etmek. Çok zararlıdır çünkü öğrenememenin önündeki en büyük engeldir. Dikkat ederseniz yapılan birçok araştırmaya göre insan hayatında beyin gelişiminin en hızlı olduğu dönem 0-6 yaş dönemidir. İnternette ufak bir araştırma yaparsanız görürsünüz ki çok farklı kaynakların 6 yaşında insan beyninin ciddi bir kırılma yaşadığını yazar.

Her çocuk potansiyel bir filozof ve bilim adamı olarak doğar. Ama bu potansiyel çok kırılgandır. Beslenip korunmazsa 6-7 yaşında sönmeye ve kırılmaya başlar.
Kaynak: http://www.mature.com.tr/cocukegitimi.htm
Her şey zincirleme olarak birbirine bağlı.
6 yaşına kadar çocuğun kendini hayal edememesi, yani nefsinin farkında olmayışı dolayısıyla rekabet edemeyişi, bunun sonucunda endişe duymayışı. En osn olarak ise beynin inanılmaz kapasiteye ulaşması.

Belki de şöyle yorumlamalıyız.



Allah insanın yaradılışında 0-6 yaş arasında nefsini fark etmesine izin vermemiştir, çünkü o dönemde insan doğduğu dünyayı sıfırdan kavrama kapasitesine, o dünya ile iletişim kurma kapasitesine ulaşabilmelidir. Bu bir yabancı dil öğrenme değildir, sıfırdan iletişim kurmayı öğrenmedir ki, yetişkin bir bireyin bir yabancı dili öğrenebilmek için senelerce nasıl çaba harcadığını hesap edersek, çocuğun başardığı şeyin ne kadar büyük olduğunu ve bu süreci atlatırken neden endişe duymaması gerektiğini anlayabiliriz. Endişe duymaması ise tek şeye bağlı, başkaları ile kendini yarışa sokmamasına. Bu yarışı reddedebilmeyi de yalnızca nefsini fark edemeyişi ile başarır insan.


2-) Duaların Kabul Olmaması: Daha önceki yazılarımda da değinmiştik. Allah Kur'an'da "Lütfumdan isteyin" buyurur. Yani kıskançlığınızdan dolayı değil. Yani rekabetinizden, yarışınızdan dolayı değil. Allah'ın lütfundan isteyebilme ise yalnızca uhreviyi isteme üzerine kurulu olduğunu daha önce Müslüman Olmak Nedir Ne Değildir yazı dizisinde belirtmiştik. İşte kendini rekabete sokan insan, yani nefsinin peşindeki insan hem endişe ile beyninin kapasitesini kaybederken, hem de isteklerini dünyevileştirerek dualarını da kaybediyor.(AllahuAlem)

3-) Övülme İsteği: Hadid 20'de rekabet(yarış) içgüdüsü ile birlikte bir histen daha bahsediliyor ki o da övülme. Övülme insanın kendisi için, başkası ile rekabetinde galip gelip gelmediğinin ölçüsüdür. İnsan övülüp övülmediğini bakarak galip gelip gelmediğini anlar. Övülmek ister. Hatta bunun için türlü nefsani oyun ve numaralara da başvurur. Çünkü doğrudan kendini övmek karşınızdakinde negatif etki bırakır. Bunu bildiği için nefsi insana bunu doğrudan yaptırmaz. Aslında bunu doğrudan yapmayışı da nefsanidir. Yoksa etrafınızın sabah akşam kendini öven insanlar ile dolu olması gerekirdi. Dolayısıyla bunu bazı numaralar, bazı etiketler üzerinden yapmalıdır.

Şimdi bir belgesel daha… Bu sefer ki CNN Türk'te yayınlanmıştı. CNN International yapımı, spor üzerine. Fakat spor aktiviteleri değil, anne babaların çocuklarına yaptırttıkları spor üzerine.
Belki hala daha hatırlıyorsunuzdur. Fransa'da bir baba oğlunun tenisteki rakibini yenebilmesi için rakip çocuğun içeceğini ilaç atmış, fakat oranı tutturamamıştı ve çocuğun ölümüne sebep olmuştu. Önce bu haberi gösterdiler. Daha sonra Amerika’da bir jimnastik okulundaki yaşları 6-7-8 olan çocukları; kimisinin ayağı kırılmış, kimisinin çatlamış, kimisine platin takılmış ama hala daha ebeveynleri onları salona getiriyorlar. Bir iki örnek daha verdiler. En sonunda bu durumun nedenini çok güzel bağladılar: Ebeveynlerin çocukları üzerinden rekabetleri.

Eğer insan kendi üzerinden rekabet ve övgüyü başaramamışsa yada kendinden geçmişse, mutlaka bir şablon seçerek onun üzerinden kendini başkası ile rekabete sokar. Bu şablon, belgeselde gösterildiği şahsın çocuğu olabileceği gibi, bir yakını, arkadaşı, amiri, hocası ya da akrabası da olabilir.

Yazımızı, bu konudan çıkarılabilecek önemli bir sonuç ile bitirelim.

Ayette dünya hayatının bir yarıştan ibaret olduğu söylenmiş, biz de dedik ki bu yarışın skorunu belirleyen şey övülüp/övülmeme. O zaman dünyada alınacak en büyük nefsani lezzetin övülme, saygı duyulma olması gerekir. Doğru mu?
Evet doğru.

Ne dünyanın en güzel manzarasına sahip evinde dünyanın en lezzetli yemeğini yemek, ne dünyanın en üst makamı, ne dünyanın en güzel karşı cinsi ile ilişki, size övülmek hissini yaşattığını yaşatamaz. Zaten insan da eğer sonunda başkaları tarafında övüleceğini anlarsa, bilirse bunların hepsinden teker teker vazgeçebilir. Eğer biliyorsa, arkasından ondan bahsedeceklerini, arkasına bile bakmaz.

Hani nefsini bilen Rabbini bilir derler ya. Yazımızı inşallah nefsimizi bilenlerden oluruz diye dua ederek bitirelim.