7 Ekim 2014 Salı

Ümmetçilik Nedir? Ne Değildir?

Bu sitedeki yazıları yazan kişi olduğumu bilmeyen ve hatta bu sitedeki yazılardan –büyük ihtimalle- haberi de olmayan birileri ile yazışarak yaptığım bir tartışmada, laf arasında, “Bir insanın Kürt olup olmadığını nasıl anlıyorsunuz ki” diye sormuştum, nasıl bir cevap vereceklerini merak ederek. –Ki o birileri kendilerini Kürt olarak tanımlayan insanlar da değildi-.

Onlar da biraz da şaşırmış olacaklar ki, sadece bir kişiden: “Bir insanın kendi beyanı yeterli değil mi?” diye cevap gelmişti.

Ben de daha fazla zorlamadan “Yeterlidir. Onun için bunun hukuki hiçbir değeri olmaz” diyerek konuyu kapatmıştım.

Biraz daha açalım…

Mesele şudur: Bir insanın kendisinin, kendisi ile ilgili beyanı delil olmaz çünkü bir şey, kendisine delil olmaz. Delili olmayan şeyin hukuki bir değeri olmaz. Hukuki bir değeri olmayan şeyin başkası için bir önemi olmaz.

“Bir şey” olduğunuzu iddia ediyorsanız ve bunu başka insanların da kabul etmesini istiyorsanız delil sunmakla mükellefsiniz.  Sunmuyorsanız, insanlar, adını koyamasa da, bilinçaltı muhasebelerinde mutlaka rahatsız olacaklardır.

Mesela kendisini tuttuğu takımla ifade edenler…

-Ben Fenerbahçeliyim. 
+Beni ne ilgilendiriyor ki böyle bir şey. Bana niye söylüyorsun. Senle ilgili bir şeyi kabul etmemi mi istiyorsun. O zaman delil sunmalısın.
-Fenerbahçeliyim işte.
+Olabilir, bir takımın maç sırasında galip gelmesini isteyebilirsin. Ama beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendirmesini istiyorsan delil sunacaksın. Bu da tabi ki de kendi beyanın olmayacak. Ki bu tip şeylerin delili de olmaz. Delili olmayan şeyin hukuki bir değeri de olmaz.

Elbette, bu mesele sadece kavim kavramı ya da tutulan takımlarla sınırlı değildir.  Kendinizi mensubu olduğunuzu düşündüğünüz bir din ile ifade ediyor ve bunu başkalarının da kabul etmesini istiyorsanız, aynı süreç sizin için de geçerli olacaktır. Örneğin Müslüman olduğunuzu iddia ediyorsanız -ki bunun hükmünü verecek olan Allah’tır- insanların da sizin Müslüman olduğunuzu kabul etmesini istiyorsanız yapmanız gereken delil sunmaktır. Bu da yapılamayacak bir şeydir. Çünkü böyle bir şeyin delili olmaz. Dolayısıyla her insan, adını koyabilse de koyamasa da, bu durumdan rahatsız olacaktır.

Mesela adını koyamadan bu rahatsızlığın dile getirilme mekanizmasında biridir, Türkiye’de yaşayan insanların, “İzmir’in çok güzel olduğunu ve İzmir’de yaşamak istediklerini” söylemeleri.

Nesi güzel? Dağı, taşı mı?

Her tarafta dağ taş var.

Denizi mi?

Türkiye’nin üç bir yanı denizle çevrili… Her tarafta deniz var.

İnsanların kafasındaki güzelliği, bilinç altlarında, ispat edemeyecekleri şeyi olduklarını başkalarına iddia eden insanların sayısının az olduğunu düşünmelerinden kaynaklanıyor. Bunun bir yansıması olarak “İzmir’e yerleşme, İzmir’de yaşama” isteklerinden bahsediyorlar. Yani bu istek “İzmir” ile alakalı değil, ispat edemeyeceği şeyi sana iddia edip senden de talep edilen kabullenme beklentisinden kaçış. Burada hissedilen ve hissettirilmeye çalışılan, bu beklentinin temelinde de yatan şey olan, "benim yaptığım, yapacağım haksızlıklara göz yum" baskısıdır. Belki bunu kendisi de yapıyorsa, aslında kendisinden, kendisi gibi insanlardan kaçıştır bu. Bu kaçış fıtrattandır yani Allah’tandır ve haklıdır.

 Not: İzmir’de –örneğin- Müslümanların sayısı azdır demiyorum. Belki en fazla İzmir’dedir. Allah bilir. Hatta şunu da demiyorum: bu tip, ispat edemeyeceği şeyi iddia edip insanlardan bir de kabullenme beklentisinde olan insanların sayısı en az İzmir’dedir. Belki öyledir ama bunu da söylemiyorum. Söylediğim şey: bunu, insanlar böyle zannettiklerinden İzmir’i bir kaçış yeri olarak görüyor olmaları. Bu haklı kaçışın altındaki bilinçaltı muhasebesinden bahsediyorum.

Müslümanlık iddiası ile ya da Kürtlük iddiası ile ya da bir takım tutma iddiası ile veya bunların farklı versiyonlarıyla ortaya çıkıp, adi suç şebekesine dönüşmemiş günümüzde kaç tane yapılanma gösterebilirsiniz?

Doğru olup olmadığımın sağlamasını yukarıdaki soruya cevap vererek yapabilirsiniz.

Bir insanın hangi dinden olduğunu ya da hangi kavimden olduğunu ya da hangi takımlı olduğunu vs... anlama diye bir şey olmaz. İnsanlar bu tip ifadelerle kendilerini ifade edebilirler en doğal haklarıdır ama başkasından böyle bir şeyi kabul etmesini bekleyemezler. Bu beklenti insanları rahatsız eder. ‘Herkeste’ fıtrat vardır dolayısıyla ‘istisnasız herkesi’ rahatsız eder. Kendisini Müslüman olarak ifade edeni bile başkasının bu tip söylemleri rahatsız eder. Ki zaten bakarsanız bugün İslam adına araştırma yapan, çalışma yapan insanların en büyük sıkıntısı ve uğraştıkları insanlar Müslümanlık iddiasındaki diğer oluşumlardır.

Tekrardan ifade edeyim: -örneğin- Allah’ın hükmünü vereceği bir konu olan Müslüman olmak başka bir şeydir. Bunu kendi kendine dillendirip, delil sunamayacağın, kendinle ilgili bir konuyu insanlara da kabul ettirtmeye çalışmak başka bir şeydir. Bu konuda insanlardan bir beklentin varsa bir şeyler yanlış gidiyor demektir. Bu yola girmişsen büyük ihtimalle bir haltlar karıştırmış ve kendine bir şeyleri siper ediyorsun demektir ki, günümüzde defalarca şahit olduğumuz gibi, olan da zaten genelde budur. Yukarıda bu durumun böyle sonuçlanıp sonuçlanmadığının sağlamasının nasıl yapılacağını da söyledim. Dolayısıyla insanların, ispat edemeyecekleri şeyleri iddia edip bunu başkalarının da kabullenmesini isteyen insanlarla aynı yaşam alanını paylaşmak istememesi Allah’ın bahşettiği bir korunma mekanizmasıdır. Bu söylemlerin altından ters birşeyler çıkacaktır ve genelde de çıkar. Bu tip ispat edemeyeceği şeyleri başkalarının kabul etmesini bekleyen insanlara karşı "hoşgörülü olmak" zorunda olduğunuzu falan zannetmeyin. Ortada yapacağı adaletsizliğe yol yapan "yavuz hırsız" ya da "yavuz hırsız"lar tarafından kullanılacak birileri var, büyük ihtimalle. Burada "hoşgörü" gibi bir kavramın yeri yoktur. Verilecek her taviz yapılacak haksızlıklara yeşil ışık yakma ve sonucunda büyük veballere ortak olma demektir.

-İyi de bunların ümmetçilikle ne alakası var?

Tanımlarla devam edelim.

Ümmetçilik nedir?

Ümmetçilik, temelini Araf 181’e dayandırır. Allah’ın övdüğü, örnek gösterdiği, kıyamete kadar her zaman bir yerlerde mensupları olacağını söylediği, adaleti tahsis etmeye çalışacak insanlardan olma çabasıdır. Dolayısıyla ümmetçilik bireysel bir yaşam biçimidir. Bu yaşam biçimine uymak içinse hiçbir eğitime ihtiyacı yoktur bir insanın. Allah’ın insan aklına yerleştirdiği fıtrat, her tutumunda insana, neyin yanlış neyin doğru olduğunu söylüyor zaten. Kendini bu fıtrata döndürmen yeterli. Kolaycılığa, hak etmediğini elde etmeye, yağmacılığa, “bana avantaj sağlansın”cılığa, haksız kazançlara meyletmediğin sürece ümmetçisin demektir. Buradan şu sonuç çıkıyor: Ümmetçilik asli olarak bir fikir değil, fiiliyattır. Ya ümmetçiliği yaşarsın yani Allah’ın övgüsünü alan ümmetten olmaya çalışırsın ya da kolay yolu seçersin. Bu kadar.

-Ümmetçilik İslam birliği değil midir?

Müslüman birliği denmek isteniyor sanıyorum. Daha doğru ifadesi ile Müslüman olduklarını beyan eden insanların birliği… Birlik demek, hukuk demektir. Bir insanın Müslüman olup olmadığını sınayabilecek bir yöntemin yoksa hukuktan bahsedemezsin.  Hukuktan bahsedemiyorsan, birlikten de bahsedemezsin. Bunun doğal sonucu olarak, belki Cumhuriyetin ilk yıllarından beri söylenen Müslümanların birliği ifadesi slogandan öteye gidememiştir. Anlattığımız gibi gidebilmesine de imkân yoktur. Dolayısıyla ümmetçilik ne değildir sorusunun cevabı “İslam birliği değildir”dir. Uzun uzun anlattığım gibi, İslam birliği ifadesinin bir gerçekçiliği de yoktur. İslam birliği gibi ifadeler, dinden haksız kazanç yolu elde etmiş insanların bir şey savunuyormuş gibi yapmalarından ibarettir ne yazık ki. Ne kadar ilginçtir ki, bu yolda olanlar ümmetçiliğin en büyük düşmanlarıdır. Ümmetçilik bir fikir olmadığı için tabi ki de fikirsel bir düşmanlık değil, aktif olarak, yaptıkları, yaşattıkları ile düşmanlık yani fiili düşmanlıktır bu. Ümmetçiliğinizi nasıl ki yaşayarak ispat edebilirseniz, düşmanlığınızı da fiiliyatınızla gösterirsiniz.  Adil düzenden, adaletten, liyakat düzeninden kaçışınızla… Ki bu tip tutumların günümüzde kendisini Müslüman olarak adlandıran kimilerinin, bu adlandırma ile sergilemeleri burada yazdıklarımızı bir kere daha doğruluyor. 

-Her şey bitti mi peki? Bundan sonra ne olacak?

Biter mi yahu. Daha yeni başlıyor. Teorik kısım tamam şimdi sıra uygulamada yani gidilecek yolun çiziminde... Bundan sonrası Devrim Dersleri serisi…

Turpların büyükleri heybede.

Not: Bu yazı daha önce yayınladığım 4 yazılık İslam Ümmetçiliğinin Temelleri serisinin beşinci ve sonuncu yazısıdır. Diğerlerinin linkleri aşağıdadır:
- İslam Ümmetçiliğinin Temelleri - 1
- İslam Ümmetçiliğinin Temelleri - 2: Araf - 181
- İslam Ümmetçiliğinin Temelleri - 3: Ulus - Devlet
- İslam Ümmetçiliğinin Temelleri - 4

5 Mart 2014 Çarşamba

Yahudi ve Hristiyanlar Cennete Girecek Mi?

Hz. Adem’den beri insanların farklı zamanlarda muhatap olduğu aynı hak din hep cennete girmenin 3 şartı olduğunu söylemiş: Allah’a ve ahiret gününe iman ile salih amel işlemiş olmak.

İman etmeyi, “iman ettim” demekten ibaret sananlara; yaşadıkları hayat ile iman etmediğini söyleyenlerin yaşadığı hayat arasında (bir iki ritüel haricinde) neredeyse hiçbir fark olmayanlara yeterli gelmiyormuş bu 3 vasıf. İtiraz ediyorlarmış. “Bu kadar az olmaz” diyorlarmış. “Az” diyorlarmış. –Bu 3 özelliği sağlayabilmek öyle kolaymış gibi- başka şartlar da var diyorlarmış.
Neden böyle diyor olabilirler?

Acaba, bu itiraz, iman etmenin “iman ettim” deyip, etliye sütlüye karışmadan, başını belaya sokabileceğini hissettiği hiçbir meseleye bulaşmadan yaşanılan bir hayat olduğunu sandıklarından dolayı bu 3 vasfın da aynı kolaylıkta elde edilebilir olduğunu bilinçaltı muhasebelerinde zannetmelerinden kaynaklanıyor olabilir mi? Aslında kendi kolaycılıklarını hissediyorlar ve bundan rahatsız oldukları için itiraz ediyor olabilirler mi? Kur’an’da bu 3 vasfın yeterli olduğunu açıkça söyleyen iki ayet olduğu halde, -sanki bu 3 vasfı kendisi gerçekleştirebilmiş, başarabilmiş gibi- yetersiz diyenlerin başka şeyler de saymalarının nedeni bunlar olabilir mi? 

Not: Bu konunun bu derece büyük kavga haline dönüşmesi ve bazı insanlar tarafından aşağıda vereceğimiz iki ayetin vurgusuna bu denli büyük tepki gösterilmesinin nedeni -sanıyorum-, bu 3 özelliğin yeterli olduğunu vurgulayan grupların başka hesapları olduğunun ve aslında iyi niyetli olmadıklarının düşünülmesi. Yani bazı Müslüman gruplaşmalar, Yahudi veya Hristiyan gruplaşmalar ile işbirliği yapacaklar ve bunun için fetva arıyorlar endişesi var. -Haklı da olabilirler belki, bilmiyorum, ilgilenmiyorum- Ama ne yazık ki tam burada, mesele hallaç pamuğuna dönüyor. Çünkü araya ayetler girmeye başlıyor(gruplaşmalar tarafından ayetler kullanıldığı için –şu anda yaptığımız gibi- biz de müdahil olmak zorunda kalıyoruz), mesele din üzerinden ilerleyen ama bilinçaltında herkesin hissettiği diş geçirme kavgasına dönüyor. Sonucunda, -belki de- Müslümanlığın tanımını yapmaktan bile aciz(dinlerini akıl üzerine değil, küçüklükten beri alıştıkları ve bu durum işlerine de geldiğinden ses etmedikleri “kolaycılık”, “sorumluluktan kaçma” üzerine inşa etmeleri yüzünden -belki de hayatları boyunca- böyle bir tanım yapma kaygısı dahi gütmemiş) insanların, Yahudi ve Hristiyanların cennete girip giremeyeceğini tartıştıklarını görüyoruz. Diyorum ya, perde arkasındaki güç kavgası, perde önünde din kavgasıymış gibi lanse ediliyor, araya ayetler giriyor, sonucunda işin içinden çıkmak iyice zorlaşıyor diye... Ama bunların böyle yaşanması, çeşitli hesapların olması ya da olmaması insanların bu konuyu merak ediyor ve haklı olarak soru soruyor olmaları gerçeğini değiştirmez. O zaman biz, tüm bu yaşanan olayları dikkate almadan en baştan başlayalım anlatmaya. Bakalım bu 3 vasıf öyle kolay kolay elde edilebiliyor muymuş? İnsanoğlu ne refleksler gösteriyormuş istenen bu üç vasıf karşısında?

Bakara 62. Şüphesiz iman edenler; Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sâbiîlerden de Allah'a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.

Maide 69. Gerçek şu ki, iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve Hristiyanlardan Allah'a, ahiret gününe inanan ve salih amellerde bulunanlar; onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
En baştan beri sadece 3 şey istenmiş insandan, insan ise en baştan beri bu 3 şeyi sorumluluk sahasından çıkarabilmek için elinden geleni yapmış.

Yahudi olarak bildiğimiz insanlara gelmiş Hak Din. Yukarıdaki üç vasıf tekrarlanmış. Olmamış. Ahirete inanmak zor gelmiş insanlara, -günümüz dünyasında kendine “inanan” diyen kimi insanlar gibi de değil- hiç rol yapmadan doğrudan söküp atmışlar ahiret inancını. En azından dürüst davranmışlar yani.
Ölümsüzlükle ilgili öğreti, Yahudilerce hiçbir zaman tam olarak kabul edilmiş değildir. Sadukiler onu Hz. İsa'nın zamanında bile reddediyorlardı. Ortaçağın en büyük Yahudi mütefekkiri olan Maimonides, ölümsüzlüğün kişisel olmadığını iddia etmiştir (bu görüş hemen hemen ölümsüzlük düşüncesinin kendini inkâr etmek demektir). Bir başka büyük Yahudi olan Baruch Spinoza daha da ileri giderek, Ahdi Atik'in(Tevrat’ın) ölümsüzlükten hiç söz etmediğini öne sürüyor. Renan ve ondan sonra Berdjayev, isabetli olarak, Yahudilerin ölümsüzlük fikrini kabul edemediklerini, çünkü bu fikrin dünya görüşleriyle (ki her zaman bu dünyaya münhasırdır) kabili telif olmadığını öne sürmüşlerdir
(…)
Hz. İsa'nın zuhurundan evvel Yahudiler, geleceğini haber verdikleri Tanrı melekûtunu Hristiyanlar gibi ahirette değil, bu dünyada bekliyorlardı
Aliya İzzetbegoviç, Doğu Batı Arasında İslam syf: 215 - 216

Bu refleksler, “Yahudilere aittir” diyerek kimse kaçamaz. Hepsi bize, insanoğluna aittir. Görmek istersek, etrafımıza ufak bir bakış atmamız yeterli. 

İnsanoğlunun bu refleksi vuku bulunca tekrardan gelmiş Hak Din, bu defa Hristiyan olarak bildiğimiz insanlara. Onlar, ahiret inancını muhafaza etmişler ama bu sefer de Allah inancını ve sorumluluk almayı sulandırmışlar.
Ali İmran 64. De ki: "Ey geçmiş vahyin izleyicileri! Sizinle bizim aramızdaki şu ortak ilkeye (49) gelin: Allah'tan başka kimseye kulluk etmeyeceğiz, O'ndan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayacağız ve Allah ile birlikte insanları rab edinmeyeceğiz." (50) Ve eğer yüz çevirirlerse de ki: "Şahit olun ki biz kendimizi O'na teslim etmişiz!"
49 - Lafzen, "sizinle bizim aramızda adil (olan) bir kelimeye". Esas anlamı "kelime" veya "söz" olan kelimeh terimi, çoğunlukla felsefî olarak "öneri" veya "ilke" anlamında kullanılır.
50 - Lafzen, "Allah'ın yanı sıra başka birini rabler olarak kabul etmeyeceğiz". "Biz" şahıs zamiri, burada bariz bir şekilde insanoğlu için kullanıldığından "başka biri" ifadesi, zorunlu olarak aynı anlama gelir. Daha geniş anlamıyla yukarıdaki çağrı, sadece Hz. İsa'ya tam bir ulûhiyet ve azizlerine de o'nun belli bazı özelliklerini atfeden Hristiyanları değil, aynı zamanda Üzeyr'e (Ezra) ve hatta bazı büyük Talmud bilginlerine yarı tanrısal bir otorite izafe eden Yahudileri de kapsar (karş. 9:30-31).

Zaten Allah’a ve ahiret gününe imanı kabul edememe noktasında iki şey yapar insanoğlu: 

1-) Hiç görmediği Allah’a inanmak zor gelir, onun yansımaları olduğunu iddia ettiği, kutsallık atfettiği, olağanüstülük beklentisi ile yanıp tutuştuğu, görüp dokunabildiği insanlara tutunur ve onlara kutsallık atfetmeye başlar. Eğer bunu yapmıyorsa, kendi saygınlığı(kahramanlığı) için yaşayacak demektir. Şahit olduğum tecrübelere dayanarak söyleyecek olursam ikincisi daha dürüst, birincisi ile yüzleşmek daha sıkıntılı oluyor.

2-) Ahirete inanmak zor gelir -ki çok zordur-. Çünkü insanoğlu Allah’a inanmayı en azından, "dünyevi isteklerini yerine getiren" büyük güç haline getirebildiğini fark ettiğinden, Allah’a inanma sorumluluğunu kendine uydurabilirken, ahiret inancında böyle bir yol bulamadığından burada büyük sıkıntı çeker. Böylece, fıtratının, fedakârlık yapması gerektiğini dikte ettiğini her fark ettiğinde dünyadan vazgeçmeden, kaybetmekten çok da imtina etmediği şeyleri vererek vicdanını(fıtratını) susturma adına bir şeyler yapıyormuş gibi gözükür. Eğer bunu yapmıyorsa, doğrudan insanı hayvandan ayıran en önemli özellik olan iyiyi ve kötüyü ayırt etme kabiliyetini bertaraf ettiğini açıkça göstererek, tamamen nefsani istekleri için yaşıyor olacaktır. Yanlış anlaşılmasın, birincisi de ikincisi gibi yine nefsani istekleri için yaşıyor, sadece, ikincisi rol yapmış olmuyor yani birincisinden daha dürüst... 

-İyi ama insandan neden bu 3 vasıf isteniyor?

Bir insan Allah’a inanarak inançlı olur. Ahiret gününe inanarak Müslüman olur. Salih amel işleyerek dindar olur.

Allah’a ve ahiret gününe inanarak –inandığını söyleyerek değil, inanarak- şeytanı yener. Salih amel işleyerek nefsini yener. 

Şimdi işin en önemli noktasına ve ne yazık ki ehli olmayanlar tarafından yapılan tartışmalar yüzünden içinden çıkılmaz hale getirilen “peygambere iman” meselesine gelelim. 

Peygambere nasıl iman edilir? Allah’ı göremiyoruz, varlığına iman ediyoruz. Ahiret gününün mahiyeti hakkında bir şahitliğimiz yok, yine iman etmek zorunda kalıyoruz. Ama peygamberler insanlardı. Ona nasıl iman edilir ki? Ya da şöyle diyelim: nasıl reddedilir? Basit, bir insan sadece Allah’a inanır ama Allah’ın kitap verdiğini kabul etmez dolayısıyla -yaşarken görmüş olsa da görmemiş olsa da- peygamberi kabul etmez ise reddetmiş olur. Eğer kutsal kitapları kabul eder ise o zaman doğrudan peygamber kavramını da kabul etmiş demektir.  Dolayısıyla peygamber demek Kutsal Kitaplar demektir. Kutsal kitap da insana “Allah’a ve ahiret gününe iman ile salih amel işleme”nin şart koşulduğunu söylüyorsa şu kapıya çıkacağız demektir: Bu 3 vasfı kabul eden, -istese de istemese de- peygamberler ile aynı istikamete girmiş demektir. Bu durumda kutsal kitapları yani peygamberleri reddetme gibi bir durumu istese de olmaz demektir.
 
Yani eğer peygamberlerin tebliğ ettiği sözleri(kutsal kitapları) kabul ettiysen, zaten o zaman doğrudan peygamberleri de kabul etmişsin demektir. Kutsal kitapların hepsinde ne yazıyordu: Allah’a ve ahiret gününe iman edip, salih amel işlemeli insanoğlu. Bu mantıklı geldi mi? Tamamsa, peygamberi de kabul ettin işte. Bu kadar. Tüm peygamberler ve tebliğ ettikleri sözler (Allah’ın öğütleri) buydu. Hangi çağda yaşamış, hangi Resulle muhatap olmuşsan ol, karşına çıkacak şey buydu. Kabul etmişsen yani mantıklı gelmişse “peygambere iman etmişsin”, gelmemişse “peygambere iman etmemişsin” demektir. Yani “peygamberin zatına iman” diye özel bir iman çeşidi olmadığı gibi “peygamberin zatına iman etmeme” gibi bir şey de yoktur. Mesele kutsal kitaplar ve orada söylenen Allah’a ve ahiret gününe iman meselesidir. Yani cennetin kapılarını açacak sadece 3 vasfın olduğunu kabul etmek vardır: Allah’a ve ahiret gününe iman ile salih amel işlemek. Peygamberlerin söylediği de budur. 

İman edebilmenin sonucu risk alabilmedir. Fedakârlık yapabilmedir. Kendi şahsi kavgan değil, hiç tanımadığın, ilişikin olmadığı gerçek mazlumlar için “tek başına”, kimseye güvenmeden, beklenti içinde olmadan mücadele edebilme demektir. (Elbette bunların taklitçileri de bol miktarda bulunmakta, kendi kavgasını sanki kendi kavgası değilmiş gibi gösterenlerden bahsediyorum..)

Böylesi büyük bir değişim de Allah’a ve ahiret gününe iman ve salih amel ile olur. Yani insan, Allah’a ve ahiret gününe iman ederek hayatında büyük bir değişim yaşar. Yaşamamışsa, istediği kadar “ettim”desin(ki bu etmeden “ettim” lafı da, daha önce söylediğimiz gibi: “nasıl olsa risk almadan yaşıyorum, eğer Allah ve ahiret hayatı varsa başım belaya girmesin” nefsani kaygısından ileri gelir. Dini bir şey değil, nefsanidir) iman ettiği yoktur. Ama bir insan Allah’a ve ahiret gününe iman edip yani peygamberimizin ve tüm peygamberlerin söylediği şeyi yapıp, büyük bir değişim yaşadıktan sonra, kutsal kitap kavramı ile özdeşleşmiş peygamber kavramını değiştirip sadece şahsi olarak düşünsek,  “peygambere iman” ile ne gibi bir değişim yaşayabilir ki? Peygamberler şu anda yaşıyor da değil. Kutsal kitap kavramı ile özdeşleşmemiş peygamber kavramı için ekstradan ne yapılabilir ki…

- Ama Kur’an’da özel olarak Peygambere iman üzerine vurgular var. Bunlar niye var?
Bravo. Harika bir soru.
İşin ilginci sadece peygambere değil, meleklere bile iman etme üzerine ifadeler var. Mesela Nisa 136’da: “ve melâiketi-hî(Onun melekleri), ve kutubi-hî(O’nun kitapları),  ve rusuli-hî(O’nun resullerini) inkâr ederse…” Sen Allah’a ve ahiret gününe inanmışsın, sonucunda dünya hayatının geçiciliği karşında belirmiş ve doğruları söylediğinden çok büyük riskler alarak yaşıyorsun zaten, diyelim. Bundan sonra, meleklere karşı hiçbir sorumluluğun da yokken, meleğe iman etsen ne etmesen ne?

Diyorum ya, meseleleri tümden yanlış anlamış insanlar, bir de yanlış anladıkları şeyler üzerinden “tartışmaya” da kalkıyorlar ve meseleyi içinden çıkılmaz hale getiriyorlar diye.

Allah’ın bizden melek ve peygamberlere iman etmemizi söylediği şey: Onların sadece Allah’ın kulları olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla rabler edinmememiz gerektiğidir.

Çünkü Allah’a inanmanın hayatta riskler aldıran şey olduğunu bilinçaltında fark eden insan, bundan kaçmak için karşısında hiçbir sorumluluğu olmadığı melek ve peygamberi bile rab edinmeyi göze almıştır.
Ali İmran 79. Allah'ın vahiy, sağlam muhakeme ve peygamberlik bağışladığı hiç kimsenin bundan sonra halkına, "Allah'ın yanı sıra bana da kulluk edin!" demesi düşünülemez; (61) aksine, [onlara şöyle öğüt verir]: "ilahî kelâmın bilgisini yayarak ve kendiniz [onu] derinlemesine inceleyerek Allah adamları (62) olun!"

61 - Açıkça Hz. İsa'ya atıfta bulunan bu ibare lafzen şöyledir: "Bir insan için Allah'ın ... bağışlaması ve daha sonra o'nun ... demesi [mümkün] değildir". Zemahşerî, yukarıdaki cümlede geçen hükm terimini ("muhakeme" veya "sağlam muhakeme") bu bağlamda hikmeh ("hikmet") ile eş anlamlı görür.

62 - Sîbeveyh'e göre (Râzî tarafından nakledildiği üzere) rabbânî, "kendisini, özellikle Rabbini (er-rabb) tanımaya ve O'na itaat etmeye adayan kişidir": İngilizcedeki "a man of God" (Allah adamı) ifadesine çok yakın bir anlam.
Ali İmran 80. O, melekleri ve peygamberleri tanrı edinmenizi emretmez: (63) [zaten] kendinizi Allah'a tam teslim ettikten sonra hiç O sizi hakikati inkâra davet eder mi?
63 - Yani, onlara ilahî veya yarı ilahî vasıflar atfetmenizi: azîzlerin/velîlerin ve meleklerin kutsanmasının kesin bir dille reddi.
Yani peygamberler ve melekler hususunda iman edilecek 2 şey var: 

Meleklerin ve peygamberlerin “getirdikleri” yani Kutsal Kitaplar ve Melekler ve peygamberlerin sadece “Allah’ın kulu” olmaları. Peygamberlere ve meleklere karşı sorumluluğumuz budur.     
 
-O zaman hadis külliyatını red mi edeceğiz?

Ben tarihi bir vesika olarak istifade ediyorum. Ama tabi ki de; Kuran’a, akla, mantığa ve yaşanmış tarihin, hayatın gerçeklerine aykırı olmamak kaydıyla… Bir insan “peygamberin sözleri” olarak anlatılan hadisleri kabul etmediğini, böyle bir şeye ihtiyacı da olmadığını beyan eder onu da anlarım. Kınamam. Kur’an-ı Kerim’i anlamak için illaki böyle bir külliyata mecbur değiliz çünkü. Ama böyle bir külliyatı elinin tersi ile itmek hiç akıllıca değil. Onu da not düşeyim.

-Ama Kur’an’da onlarca ayette Allah’a ve Resulüne "iman edin", "tabi olun" denmektedir. Burada neden Allah kendisi ile birlikte Resul’e tabi olun diyor? 

Bir güzel soru daha.
İnternete yazılar göndermeye başladığımda, 2006 yılında, yazdığım ilk yazı Putperestlik: Haksızlığa Uğratılmış Din yazısı idi. İnsanlarda putperestlik algısını kırmak için yazdığım, sanıyorum –nacizane- etkili de oldu, peygamberimizin nasıl bir ortamda bulunduğunu, o ortamın şu anda kendisine Müslüman diyenlerin oluşturduğu ortam ile çok da farkı olmadığını anlattığım yazıydı. O yazıyı tekrardan hatırlattıktan sonra söyleyeceğim şey, eğer o yazı tam anlamıyla anlaşılmışsa, bu ayette insanlarda soru sormaya itebilecek belki tek şey neden Resul’e itaat edin değil neden ayet, Allah’a itaat edin diyor olabilir.

Çünkü peygamberin tebliğ yaptığı insanlar, -kendilerince- ne Allah’a inanmada ne de itaat etmede sorun yaşıyorlardı. -Kendilerince- inançlı ve dindardılar. Kıyamete kadar her insanın yaşamaya devam edeceği tek bir sorunu yaşıyorlardı: -hem yukarıda hem de bundan önce çeşitlik yazılarda defalarca anlattığımız gibi- Allah’a imanı, “dünyevi isteklerini yerine getiren ilah” haline dönüştürmüşler, ahiret inancını da sulandırmışlardı. Onun için salih amel yapamıyorlar(yaptıkları her şey aslında kendileri içindi, aynı bugün yaşayan insanlar gibi), bütün amelleri boşa gidiyordu. Onları bu yoldan ayıracak tek şey de Allah’ın Resulü idi. O da tek bir şey söylüyordu: Allah’a ve ahiret gününe iman edin ve salih amel işleyin. Ama kendilerini hak yolda gördükleri için, tebliğ yani "peygamber" istemiyorlardı. -Aslında olan her insanda olduğu gibi Allah'a ve ahiret gününe imana karşı koymak iken- görünürde peygambere kendilerini hak yolda olduklarını söyleyerek karşı çıkıyorlardı.Yani o yıllarda yaşayan putperestlerin zaten bir yaratıcıya inanma ve itaat noktasında bir itirazları yoktu. Sadece (kıyamete kadar her daim olacağı gibi) çıkarları ile çatışsın istemiyorlardı. Peygamberler de her defasında çıkarları ile fedakârlık yapma arasında tercih yapmaları gerektiğini söylüyorlardı imtihanın gereği olarak. Bu da ağır geldiğinden peygamber kavramı ile mücadele ediyorlardı. Yani doğrudan Allah inancı ile değil, peygamber kavramına itiraz üzerinden yapıyorlardı inkarcılıklarını. Peygamberin yalan söylediğinin, kendilerinin Allah yolunda olduğunu vurguladığı için insanlar Allah, Resulune itaat edilmesini buyurmuştur Kur'an'da. Bunun için Allah, insanların doğru yolda olmadığını, daha da kötüsü doğru yolda olduğunu zanneden insanlar olduklarını söylüyor ve kendilerine doğruları tebliğ eden peygamber ile daha fazla uğraşmamalarını söylüyordu. –Ki bu durum hala daha geçerli-. Yani bu ayetler sanıldığı gibi durduk yere peygambere gelmiş, ya da ateist bakış açısı ile peygamberin kendisine insanların dünyevi itaat etmelerini sağlama için yazdığı ayetler değildi. Peygamberlere itaat, bozuk inançları düzeltebilecek yegâne insan olan peygamberlerin misyonlarına itaatti. Dediğimiz gibi o misyonu doğrudan muhatap almak istemeyen inkarcılar peygamber kavramı ve peygamberimizin şahsı ile uğraşma yolunu seçmişlerdi. Meselenin özü budur.(Allahualem)

“Allah’a ve peygambere itaat edin” diye hitap edilen insanların zaten yaratıcıya inanma ve ibadet etme noktasında bir itirazlarının olmadığını akılda tutarak bu ayetleri okursak, neden “onların bozuk inançlarını (olmayan inançlarını değil, bozuk inançlarını) düzeltmek ile görevli” peygamberlere itaat edilmesi gerektiği vurgulandığını anlayabiliriz. Eğer ki peygamberin karşısında inançsız insanlar olmuş olsa idi. Ve peygamber inançlı olma gibi yepyeni bir söylem ile karşılarına çıkmış olsaydı. O zaman “peygambere itaat” edin denmezdi, çünkü zaten Allah’a inanmayı ilk defa söyleyen kişiye, insanlar Allah’a inanmaları hususunda inanmış da olacaklardı. Tüm bunlar için, kendilerinin Allah inancına sahip hak din üzere olduğunu sanan ve dolayısıyla peygamberin yeni bir şey söylemediğinin propagandasını yapan insanlara Kur’an’da “Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!(Nisa 80)” diyor. Bu itaat şahsi bir itaat değildir. Peygamberimizin, sahabelerinden istediği kayıt altına alınmış hiçbir şahsi talebi olmamıştır ki bu da Resullerin özelliği olarak Kur’an’da zaten zikredilir: “Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir”(Yasin 21).

Toparlayarak, bitirelim:

1-) Cennete girmenin sadece 3 şartı vardır. Allah’a, ahiret gününe iman ve salih amel işlemek. Bu üç şartı küçük görenler –en doğrusunu Allah bilir- zaten bu üç şartın yerine getirememişler olsa gerek. Allah’a ve ahiret gününe iman ile insanın hayatı tamamen değişir. Değişmelidir. Eğer ki hayatında büyük bir değişim yaşamadı ise insan zaten bu şartları yerine getirememiş demektir.    

Not: Gözünün önünde binlerce masum ve vatansever insan; yalan, iftira ve hatta terör örgütü mensuplarının gizli tanıklıkları(!) ile hapse atılırken gıkı çıkmamışların; eline mikrofonu aldığında ise “araya araya bulsam izini, izinin tozuna sürsem yüzümü” diye edebiyat parçalayanların; burnunun dibinde yüzbinlerce Müslüman katledilirken seyredip -hatta belki destek olup- ama sıra Peygamberimizin savaşlarını geldiğinde ballandıra ballandıra anlatanların; -sanki bugün risk alamamışlar o gün risk alabileceklermiş gibi- lafa gelince “onun için, bunun için ölürüm” diye atıp tutup, hayatın gerçekleri ile karşılaştığı her noktada yan çizenlerin dikkatine, diyelim.

2-) Peygambere iman, Kur’an’da, 2 farklı boyutu olan bir vurgudur.

Birincisi, peygamberlerin sadece “Allah’ın kulu olduğuna inanma”, onları rabler edinmeme emridir. Meleklere iman da bu kategoridedir.

İkincisi ise, Allah’a zaten inandığını, hak yolda olduğunu zannedenlere ve onlara neden yanlış yolda olduğunu tebliğ eden peygamberi susturma adına peygamberin yalancı olduğunu söyleyenlere söylenen “tabi olma” emridir. Yukarıda da dediğimiz gibi, Allah’ın peygambere “tabi olmayı” emretmesi, kendine –haşa- ortak yaptığı veya ikileme inancına sürüklediği için değil; tebliğ yapılan insanların zaten kendilerinin Allah inancına sahip olduğunu söyleyip, kendilerini uyaracak birine ihtiyaçlarının olmadığını vurgulayarak peygamberin yaptığı tebliğin etkisini azaltmaya çalışmalarından ileri gelmektedir.Kendini hak yolda gören(ki insanların çoğunluğu böyledir) ve kendisini uyarı yapan birine ihtiyacı olmadığını iddia ederek saldıranlar olduğu için Allah, kendinin hak yolda görenlere, Resul’e itaati vurgulamıştır. Yani "Biz zaten Allah'a inanıyoruz, Allah niye tebliğ için seni görevlendirsin ki!" diyen insanlara söylenecek tek şey olan -lafzen- "Hayır, siz benim yolumda değilsiniz, sizin eğip büktüğünüz şeyleri düzelten Resule tabi olun" emridir.

Bu şahsi, dünyevi bir tabi oluş değil, dediğimiz gibi, -lafzen- “yanlış yapıyorsunuz, tebliğ yapan elçiye uyun” şeklinde bir emirdir. Yapılan tebliğ de Allah’ın ayetleridir. Dolayısıyla peygambere imandan anlayacağımız tek şey Allah’ın ayetleridir.

Peygamberler herkes gibi insan oldukları ve vefat ettikleri için zaten “zatına iman” etme diye bir şey zaten olamaz. Peygamberleri ya görürsün ya da görmezsin. Görürsen iman edeceğin şey Allah’ın ona gönderdiği kitaba imandır. Görmemişsen de budur. Yoksa günümüzde nereye bakarak peygamberler hakkında bir yargıya ulaşacağız? Peygamberler tarihsel insanlar oldukları için onların yaptıklarını anlatan (hadis) kitaplar olmuştur. Evet, ama bunlar da zan üzerinedir. Musa(a.s) ile Allah arasında pazarlık yaptığı söylenen bir peygamberi ben kabul etmiyor, sen kabul ediyorsan hangimiz peygambere iman etmiş oluyor? 

3-) Peygambere itaat emri, hadis-i şerif külliyatını kabul etme emri olamaz. Kulların yıllar sonra yazacakları, zan üzere olacak ve içinde bir sürü hatalı sözler de barındıracak bir çalışmaya tabi olmayı Allah emretmez. Eğer öyle olacak olsaydı, hadisler 200 sene sonra yazılmaya başlanmazdı. Dediğimiz gibi tarihi bir vesika olarak istifade etmekteyiz. İstifade edilmesini tavsiye de etmekteyiz. Ama “ben hadislerin hiçbirini kabul etmiyorum, doğrudan sadece Kur’an ile amel ederim” diyenlere de saygı duyarım, o da bir yöntemdir.

4-) Peki, Yahudi ve Hristiyanlar cennete gidecek mi?

Kendisine Yahudi diyenlerin kimileri, ahiret inancını kabul etmediklerinden; Hristiyan diyenlerin de kimileri Allah inancını istikametlerinden ayırdıklarından dolayı, hayır, gidemeyecekler.

-Ama kendisine Müslüman diyenlerin de bazılarında bu vasıflar gözüküyor?

Aynen öyle. Demek ki onlar da gidemeyecek. En başta söylediğimizi tekrar ederek bitirelim:

Tüm peygamberlerin tebliğ ettiği ve bizden de tabi olunması istendiği ama insanoğlunu kaçmak için elinden gelen her şeyi yaptığı, cennete girişin anahtarı olan şeyler 3’tür: Allah’a, ahiret gününe iman ve salih amel işlemek. Kendisine Yahudi, Hristiyan ya da Müslüman desin, -ne isim takarsa taksın- bu 3 devasa özelliği sağlayanlar üzülmeyecekler, sağlamayanlar ise... Allah bilir...  

10 Şubat 2014 Pazartesi

Kuran'da Mucize Kavramı: İsra 59

İsra 59 - Bizi, âyetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu âyetleri yalanlamış olmasıdır. Nitekim Semûd kavmine, açık bir mucize olmak üzere bir dişi deve vermiştik. Onlar ise, (bu deveyi boğazladılar ve) bu yüzden zalim oldular. Oysa biz âyetleri ancak korkutmak için göndeririz.
Önce Mucize ve Akıl yazısında, daha sonra Fil Sûresinin Taşları ve Kuşları yazısında mucize(olağanüstülük) kavramına değinmiş ve bunun, insanın imtihan sürecini ihlal eden bir kavram olduğunu ilgili ayetleri bir anlam bütünlüğü içinde sunarak anlatmaya çalışmıştım -naçizane-.

- Ama İsra 59, olağanüstülük meselesini reddettiğine delil olarak gösterebilecek bu kadar ayetin anlam bütünlüğünü bozmaz mı? Nitekim Allah, önceki kavimlere mucize verdiğini ama bizim Peygamberimize vermediğini gerekçesi ile buyurmuş? Yani mucize bir şekilde verilmiş...

Mucize verdiğini buyurmamış, öncekilere "ayetler" verdiğini buyurmuş ama bizim Peygamberimize "ayetler" vermediğini buyurmuş.

- Nasıl yani? Kuran-ı Kerim ne peki? Peygamberimize ayet verilmemiş mi?

Verilmiş. Ama iman edebilmeleri ve salih amelde bulunabilmeleri için ekstradan (ve doğal olan) olaylar, bazı sınanma araçları veya keşifler verilmemiş. Sadece Allah'ın mesajı verilmiş.

- O zaman mucize ne? Ayet ne? Allah’ın vermediğini bildirdiği şey ne?

Güzel soru.

Öncelikle belirteyim, yukarıda okuduğunuz diyaloğu, Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılan "ayet" kelimesinin nerede ne anlamda kullanıldığının çözülememesi neticesinde ortaya çıkabilecek kargaşaya örnek olması adına kurguladım. Zaten tarih içinde insanların, Kur'an'da mucize kavramı üzerine kafa karışıklığı yaşamasının nedeni de sınıflandırma yapmamanın yarattığı boşluk olsa gerek. Sınıflandırarak(kategorize ederek) izah etmeye çalışalım:

Kur'an'da mucize anlatıldığı düşünülen hiçbir yerde "mucize"(Türkçesi olağanüstülük) kelimesi -ki bu kelime Arapçadır- geçmiyor. Geçen ifade "ayettir". İşte tam burada, ayet kelimesi ve genel itibari ile mucize(olağanüstülük) kavramı üzerine kurulması gereken anlam örgüsü şu şekilde olmalıdır:

1. -Müşriklerin bakış açısı anlatılıyorsa- Müşriklerin istediği ayetler olağanüstülüklerdir (İsra 90-94).
Neden böyledir?

Çünkü insanda, kafa yorması gereken meseleleri risk almadan kısa yoldan halletme isteği vardır. Neden? Çünkü başarısız olmak istememesi? Neden? –“Müslüman Olmak Nedir? Ne Değildir? ”deki şekli hatırlarsak- Çünkü adil bir ortamda yapılacak olan imtihan neticesinde, dünyevi başarısızlıkta, nefsin "ilahlık" a giden yolun mühürlenerek kapanacağını fark etmesi vardır. Gerçek imtihan ve gerçek başarının aslında sadece takva üzerine olduğunu unutmuş nefs-i emmareler adaletten kaçıp kolaycılık ile işleri halletmeye kalkarlar. Olağanüstülük isteği de bunun bir yansımasıdır. Ve Allah hiçbir zaman nefs-i emmarenin şahit olacağı bir "olağanüstülük" göndermemiştir. Peki, ne göndermiştir?

2. Allah'ın gönderdiği ayetler(deliller): 3 çeşittir.

a) Peygamberlere, tebliğ etmesi için ilettiği sözler.

b) Tarih içinde yaşamış kavimlere nasip ettiği bazı olaylar, vesileler, keşifler, nimetler.
Bazılarını, bu tip bir nimet yada keşif imana sevk ettirecek, bazılarını ise zalim yapacaktır. İsra 59'da işaret edilen işte bu tip ayettir. Güncel bir örnek vereyim, atomun, atom altı parçacıkların, kuantum fiziğinin keşfi bazılarını hayranlığa, bazılarını ise atom bombası yapmaya sevk etmiştir. Eğer Kuran-ı Kerim şimdi bugün gelse idi, Allah belki de bu durumu örnek göstererek bizden önce yaşamışlara "zerre"yi gösterdiğini ve onların bunları kullanarak zalim olduğunu söyleyecekti, -kendi söz söyleme sanatına uygun olarak-

Yani Allah, iman etme ile imtihan olan insanlara hiçbir zaman olağanüstülük olarak ayet göstermemiştir(Enam - 158). İman etmemeye diretenler ise hep -ayet olarak- olağanüstülüğü istemiştir.

Allah onlara ayet olarak sözlerini, uyarılarını yani öğütlerini(Abese - 11) vermiştir. Bazı kavimlere ise, ekstradan ayet olarak nimetler, keşifler, insanı hayret ettiren doğal olaylarına şahit olma imkanını vermiştir. Bazısı bu tip ayetlerden müspet anlamda istifade etmiş, bazısı ise zalim olmuştur. Bu ikinci tip ayetin(olay, keşif) İsra 59’da son Peygamberin kavmine nasip edilmediği bildirilmiştir ki, hakikaten Peygamberin dönemi çölde çok sert geçen sözlü ve fiziki mücadele üzerine kuruludur. İmana vesile olması için yaşanan herhangi bir ekstradan olay, keşif kayıt altında da değildir. İsra 59'da geçen, daha öncekilere verilen ama Peygamberimizin o zaman muhatap olduklarına verilmeyen "ayet" budur.  Gerekçe olarak da insanoğlunun bu tip nimetler karşısında zalimleştiğini ispat etmesi olarak bildirilmiştir.

c) Sadece Resullerine nasip ettiği olağanüstülükler.
"İman etme” ile imtihan olma safhasını aşmış, sadece "salih amel" ile imtihan olan Resullerin deneyimlediği olağanüstülüklerdir. En başta, Allah’ın sözlerini(ayetlerini) alma sırasında olmak üzere sadece onların yaşadığı olağanüstü olaylar... Bunlar, halkın şahitliğine kapalıdır. Eğer ki halkın şahit olduğu bir olaydan bahsediliyorsa, bu bir üstte anlattığımız tipte ayet olarak anlaşılmalıdır.

Kısaca, hiçbir peygamber tebliğ yaptığı insanlara olağanüstülük göstermemiştir. Bu zaten -daha önceki yazılarda söylediğimiz gibi- yaratılmışlar için imtihanın kapanması olurdu bu da sünnetullaha aykırı olurdu -çünkü insanın kendi başarmadığı şeyin mükafatı da olmaz-. Allah, onlara sözlerini göndermiş ve bazılarına rahmetinin tecellisi olarak, iman etmelerine yardımcı olacak keşifler yapmalarına, bazı nimetlere kavuşmalarına izin vermiştir. Bu nimetler de ayettir. Ama bu durum sorumluluklarından kaçanları, iman etmemeye diretenleri daha zalim yapmıştır. Onun için son peygamberin tebliğinde böyle bir ayet verilmemiştir.
-Allahualem-