19 Haziran 2007 Salı

Mucize ve Akıl

Dini ağırlıklı eğitim vermeyen liselerin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde dahi sınav sorusu olarak sorulan Peygamberimizin doğumunda yaşanan mucizelerin(Kisra'nın sarayı sarsılmış, sarayın on dört tane balkonu bu sarsıntıdan yıkılıp düşmüş, Mecusiler'in 1000 yıldır hiç sönmeden yanmakta olan ateşi sönmüş, Sâve (el-Kastallânî'de "Taberiyye") gölünün suyu çekilmiştir) tamamının uydurma olduğunu söylesem.

Ya da çoğunlukla kimi tasavvufi ve Peygamberi olağanüstülükle öveyim de yalan da olsa sevap olur mantığı ile kaleme alınmış kitaplarda geçen
-Taş üstüne basınca taşta mübarek ayağının izi kalırdı. Kum üzerinde yürürken hiç iz yapmazdı.
-Muhammed alehisselamın Beşikte iken beşiğini melekler salladı. Beşikte iken konuşmaya başladı.
-Güneş ve Ay ışığında yürürken gölgesi yere düşmezdi vb...
gibi "olağanüstülük" rivayetlerinin asılsız olduklarını söylesem. Şaşkınlık ve çelişki içinde "e o zaman biz nasıl kabul edeceğiz" der misiniz?

Neden insanlar olağanüstülüğe tutunurlar. Neden olmadığını bildiği halde keramet, mucize olaylarını aktarır, aktaranları pür dikkat dinlerler?

Cevabını söylemesi çok basit "insan aklını kullanmak istemez". Ama bu cevabı anlamak zor… Aktarmaya çalışalım inşallah.

Duyduğunuz, dinlediğiniz belki bizzat anlattığınız keramet, mucize olaylarının temelinde nefsin insanı aklını kullandırmaktan kaçırması vardır. Yani tamamen nefsani, haramdır bu durum. İşin daha da kötüsü aslında sapıklıktır. Çünkü bu keramet, mucize, mehdi muhabbetlerinin dini olduğunu zannedersin. Böylece seni uyaracak hiçbir şey kalmaz.

İlim ehli olmak çok zordur. Yıllar boyu okuma ve tefekkür ister. İşte bu noktada iman etme ile kabul etmenin farkını görürüz: Rabbine ilim ve tefekkür bağlanan iman etmiş olur. Fakat Rabbe mucize ve duygusallık ile bağlananlar yalnızca kabul etmiş olurlar. Ve bu hiçbir işlerine yaramaz.
İnsanoğlu aklını kullanmak istemez dedik. Bu her alanda böyledir, mesela üniversitede sınava girilecek “yav gel şunun mantığını anlatayım anlayacaksın” dersin ama adam “yok abi şu çıkarsa şöyle yapacam bu çıkarsa böyle yapacam” diyerek kendini otomatiğe bağlar. Dikkat edin mantığını anlamaya harcayacağı zaman ve emek; ezbere harcayacağı zaman ve emekten daha azdır ama aklını kullanmak istemez insanoğlu, nefs bunu yaptırtmaz, direnir.

Aynı şey imanda da geçerlidir. İnsan aklını kullanmak, ilim almak, sorgulamak dolayısıyla iman etmek istemez. Çünkü aklını kullanabilmesi ilimle mümkündür. Yani bu işin harcı ilimdir, bilgidir. İlim olmadan neyi tefekkür edebilir ki insan. İşte ilim yoksa, hiç talep etmemişse, zor gelmişse kısa yoldan halledebilmek için meseleyi hep bir mucize ister, hep bir keramet ister. Bu da insanı imana değil kabule götürür. Dikkat edin belki bunu okuyan siz ya da etrafınızda gördüğünüz insanlar hatta en dindarları bile belki İslamiyet’i kabul etmiştir ama iman etmemiştir. Kabul etmek ayrı iman etmek ayrıdır. Kabul bir anda olur, iman yıllar süren ilim tahsili ve tefekkürün neticesinde olur.

İşte; insanın keramet, mucize, mehdi gibi meselelere tutunmasının nedeni; ilim ile ulaşılacak iman etmeye yani emek harcamaya yönelmesi yerine mucize, keramet ile ulaşacağı kabul ediş ile bu zor işten kurtulmaya çalışmasıdır. Tamamen nefsani olan bu durum aslında Kur'an ve tabi İslam âlimleri tarafından hiç de hoş karşılanmamıştır.

Efendimiz peygamberliğini ilan ettiğinde hemen mucize istemişler. Hemen. Peygamberimiz hakkı hakikati anlatıyor. Akıllarını kullanmalarını istiyor. Karşı taraf:
“Ya bırak biz mucize isteriz” diyor. Neden bunu diyor? Kabul etmekten kaçtığı için mi? Peygamberi denemek için mi? Hayır.

Putperestler zaten yaratıcı kavramını kabul etmişlerdi. Pek bir şey değişmeyecek gibi duruyordu. Değişecek olan şey ilimle ve tefekkür ile iman edeceklerdi. İşte bunu istemiyordu insan. Onun için peygambere direndiler. Aklını kullanmak istemediğinden inkâr ettiler ve elleri boş kaldı. Kur'an'da bu durum şöyle bildirilir:

İSRA (90-93). Nitekim, "Ey Muhammed, bize yerden gözeler fışkırtmadıkça sana inanmayacağız" diyorlar,"yahut hurma ağaçlarıyla, asmalarla dolu bir bahçen olmadıkça; ve onların arasında çağıl çağıl dereler akıtmadıkça;yahut, tehdit edip durduğun gibi, göğü parça parça üzerimize düşürmedikçe; yahut Allah'ı ve melekleri bizimle yüzyüze getirmedikçe;yahut altından [yapılmış] bir evin olmadıkça; yahut göğe yükselmedikçe -kaldı ki göğe yükselmene dahî, bize (oradan, kendi gözlerimizle) okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe inanmayız ya!" [Ey peygamber] de ki: "Kudret ve yüceliğinde sınırsız olan Rabbimdir! Ben ölümlü bir elçiden başka biri miyim ki?"
Gördünüz mü Efendimize Allah tarafından "aklınızı kullanın" demesi emrediliyor. Onlar ise mucize istiyorlar. Ve bu durum olağanüstü bir şekilde Kur'an'da anlatılıyor:

İSRA 94. (İşte bunun gibi,) insanlara [bir peygamber eliyle] doğru yol bilgisi geldiği zaman onları [ona] inanmaktan alıkoyan, onların: "Allah ölümlü bir insanı mı elçi olarak gönderdi?" diye itiraz etmelerinden başka bir şey değildir.

İnanmaktan alıkoyan şeyin, ölümlü bir elçi gönderilmesine itirazları olarak buyuruluyor. Ama bu bir perde, bir örnek… Temelde insanı imandan alıkoyan şey, aklını kullanmaması, mucize istemesidir. Ölümlü bir elçi değil, olağanüstü bir elçi istemeleri. Bakın, ayette bir hususa daha dikkat edin imandan kaçanlar "Allah (...) gönderdi" diyorlar. "Allah" diyorlar. Yani onlar da kabul etmişler.

Dediğimiz gibi ayette olağanüstü bir şekilde bu durum bildiriliyor. Olağanüstülük tefekkür edenler, aklını kullananlar için ayetlerin içinde gizli. İmam-ı Rabbaniden mucize istemişler. Yürümeye başlamış. Soranlar şaşkın bakarken : "Yürüyorum ya " demiş. Tefekkür edebilenlere her şey vesiledir. Tabi önce yürüme mekanizmasının ne kadar kompleks bir işlem olduğunu okuması yani ilim talep etmesi gerekir. İşte bu zor kısım, insan da bu zor kısımdan kaçar nefsani olarak. Yani yürümenin fiziksel, mekanik yapısını öğrenecek, sorgulayacak ve şaşkınlık içinde hayranlık duyacak. Ooo uzun iş. Mucize görelim, yeter! Uğraşamayız o kadar değil mi!

Kur'an'da ateistlerle ilgili nerdeyse hiçbir şey bulmazsınız. İnanmadınız mı? İsterseniz kontrol edin. Çünkü ateizm de bir kabulden ibarettir.
Kur'an'da geçen kâfir ifadesi kabul edicilere bir atıftır. İşte burası çok önemli! Bakın dikkat edin:

Genel itibari ile dini vecibelerden yahut ta ilimden kaçan insanlardan duyduğunuz "Biz de Allah'a inanıyoruz" sözü nefsten gelir. İnanmak değil kabuldür. Nefs aklını kullanmanı istemediğinden seni yaratıcı kavramını "kabule" götürür. İşte bu durumda insanlar yaratıcıyı kabul ederek müslüman olacaklarını, sorumluluğun bittiğini sanmaları ile kendilerini kandırırlar. Sanki kabul etmek = müslüman olmak, kabul etmemek = kâfir olmak olduğunu zannedilmekte günümüz toplumunda. Çünkü o zamanlarda olmayan bir kavram var bu zamanda o da ateist yani inançsız olmak. Bu noktada yaşanan algı kırılması Peygamberin ateistlerle uğraştığını sanmasıdır insanın. Oysaki böyle değil, daha önceki yazılarımızda da defalarca söylediğimiz gibi Peygamber Efendimiz dindarlar ile savaştı, Kabe'deki dindarlar ile. Hatta bu dindarlar ibadetlerini dikkat(!) Allah'a daha fazla yakınlaşmak için yaptıklarını ifade ediyorlardı:
ZÜMER.3 Halis inancın yalnız Allah'a yönelmesi gerekmez mi? O'ndan başkasını dost ve koruyucu edinenler, "Biz bunlara sırf bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz!" [derler]. (1) Şüphesiz Allah, [Kıyamet Günü] onlar arasında (2) [hakikatten saptıkları] her konuda mutlaka hüküm verecektir: çünkü Allah, [kendi kendine] yalan söyleyen (3) ve inatla nankörlük yapan hiç kimseyi rahmetiyle doğru yola ulaştırmaz!
Ey okuyucu! Putperestler Kâbe’de ibadet eder ve senden daha fazla yaratıcıyı kabul ederlerdi. Her hareketleri yaratıcı(ları) içindi. Fakat müslüman değillerdi. Hatta kimisi ayette de dendiği gibi Kâbe’de "Allah" a ibadet ediyorlardı fakat gene müslüman değillerdi. Peki neden?
Çünkü onların kabulleri nefsani idi. Mucizelerle, masallarla yoğrulmuş kabuller. İlim ve uzun tefekkürlerle ulaşılamayan imanın yerine koydukları kabulleri vardı.

İlim ve tefekkürün sonucu oluşacak çelişkiler ve dolayısıyla riskler korkutur, tedirgin eder insanoğlunu.

Risk alamıyorlardı çünkü korkuyorlardı ne kadar reddetseler de.
Korkuyorlardı çünkü imanları yoktu ne kadar reddetseler de.
İmanları yoktu çünkü ilim ile meşgul olup, akıllarını kullanmak her zaman zor geliyordu ne kadar reddetseler de.
Bunun için mucize istiyorlardı ilimle yapamadığı imanı mucize üzerinden yapmaya çalışıyorlardı ve hala daha devam etmektedir. Ve ne yazık ki o zaman ki insan ile şimdiki insanın hiçbir farkı yok ne kadar reddetsek de. Ama elbette tüm asırları kapsayan İlahi cevap gecikmeden geldi:


En’am158. Yoksa onlar, meleklerin kendilerine görünmesini mi bekliyorlar yahut [bizzat] Rabbinin veya O'ndan bazı [kesin] işaretlerin? [Ama] Rabbinin [kesin] işaretlerinin ortaya çıkacağı Gün iman etmenin, daha önce inanmamış yahut inandığı halde bir hayır yapmamış olan kimseye hiçbir yararı olmaz. De ki: "Bekleyin [öyleyse Ahiret Gününü, ey inançsızlar:] bakın, biz [mümin]ler de bekliyoruz!"

Etrafınızda gördüğünüz kadrolu keramet, mucize, mehdi anlatıcıları Peygamber zamanında olsalar belki ondan mucize isteyenlerle aynı safta yer alacaklardı. Efendimizi red edenler senin benim gibi bir insandı. Unutma.

Hak ile batılın savaşı inançlılarla inançsızlar arasında değil, inanlarla kabul edenler arasındaydı.
İlimle uğraşıp, sorgulayan, aklını kullananlarla, mucize isteyenler arasında.

Zannetmeyin ki tasavvufa ilimsiz girenlerin dinleyip, ezberleyip, anlattığı kerametler Ruhani, İslami bir şey. Zannetmeyin ki Peygamberimize devamlı olarak olağanüstülük atfedenler sevaba giriyorlar. Bilakis aynı İbrahim Aleyhisselam'ın hak dinini bozanlardan farksız bir şekilde bu dinin davasını bozuyor.
Yani insanoğlunun aklını kullanmasını engelliyor aynı kendisininkini engellediği gibi.

Gün geçtikçe camiler aynı Kabe'nin İbrahim(as)'dan sonra kabul edicilerle dolması gibi doluyor.
Övgü dolu uydurmalar karşısında uyarılarda bulunanlara ise aynı Kur'an'da geçtiği gibi:
"Biz bunu Allah'a yakınlaşmak için yapıyoruz" diyorlar.

Bize de insanın nefsinin hiç yok olmadığını, Peygamberimizin karşısındaki "insanın" o zaman mucize şimdi olağanüstü bir mehdi vb. gibi şeyleri beklediğini yani hiç değişmediğini müşahede etmek kalıyor.

Hak ile Batılın savaşı hiç bitmedi. Çünkü Batıl kendisinin batıl olduğunu hiçbir zaman anlayamadı.