26 Mart 2017 Pazar

Seçim Sisteminde Adalet: Milletin İradesi

Not: “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözü Atatürk’ün fazlasıyla yanlış anlaşılmış bir sözüdür bence. Çünkü yüzeysel bir bakış açısıyla buradaki Türklüğün, Ermeni olma ya da Rum olma ya da Fransız olmayı hedef alan bir ibare olduğu zannedilir. Hâlbuki bu söz Atatürk’ün Cumhuriyetin 10. Yıl Kutlamaları sırasında yaptığı konuşmada geçer yani Kurtuluş Savaşında söylenmiş bir söz de değildir. Gazi Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşının en çetin döneminde bile böyle bir tutum içine girdiğini görmüyoruz ki savaştan sonra diğer kavimleri hedef almış olsun. O zaman bu sözü söylemedeki temel düşüncesi daha farklı olmalı.

Atatürk’ün iki büyük başarısı vardır ve aslında ikisi de birbirinden tamamen bağımsız konulardır. Birincisi Kurtuluş Savaşındaki komutanlığı, ikincisi Saltanatlıktan Cumhuriyete geçirmede yani rejim değişikliği ile birlikte bir devlet düzeni kurmadaki gösterdiği devlet adamlığı.

Hangisi için daha fazla zaman ve enerji harcamak zorunda kalmıştır derseniz… Kesinlikle ikincisi için derdim. Zaten üzerine en fazla konuşma yaptığı konu da budur. Ki öyle de olması gerekiyordu. Düşünsenize karşınızda 400 yıl boyunca Saltanatlık geleneği ile oluşmuş bir yapı var ama siz onlara Cumhuriyet’i anlatmalı ve buna adapte etmelisiniz. Kendisini saltanatlık tebaası olarak gören insanlara, artık seçme ve seçilme hakkı olan birer vatandaş olduklarını benimsetebilmelisiniz. İşte “Ne mutlu Türküm diyene” bu çabanın bir sonucudur. “Artık Saltanatlık tebaası değilsiniz, seçme ve seçilme hakkı olan birer Türk vatandaşısınız, ne mutlu sizlere” demenin Atatürkçesidir. Yani “Ne mutlu Türküm diyene” sözünün tersi “Ne mutsuz Rum’um diyene” gibi bir şey değildir, “Ne mutsuz Osmanlı Tebaasıyım diyene”dir. Hedef aldığı yer burasıdır.

Elbette o yıllarda, az zamanda büyük bir iş başarılmıştır ama -seçme ve seçilme hakkı özelinde konuşuyorum- şu anda görüyoruz ki bu yeterli değildir ve iyi niyetle yapılan, örneğin seçmen olmaya hiçbir ölçüt getirilmemesi gibi şeyler zaman içinde istismara uğrayarak kötü sonuçlar da doğurmuştur. Ama tabii ki de seçmen olmanın ölçütlerinin belirlenmesi, ona uygun tedbir alınması o yıllar için çok büyük bir lüks olurdu. Onun için bu konuda yanlış yapılmış demek çok büyük bir haksızlık olur. Fakat bu konuyu şimdi bile konuşmuyorsak, artık biz büyük bir hata yapıyoruz demektir. Onun için, bu konu “1900’lü yıllarda dünyanın birçok ülkesinde yaşanan demokrasiye geçişlerin başarısını gölgeleyecek bir şey” ya da "onları kötüleyen bir şey" olarak görülmemelidir. Bu uzun notu düşme nedenim budur. 


- Milletin iradesine saygı duymak gerekmez mi?

Eğer ortada gösterilebilen bir “irade” varsa, elbette. Yoksa, üstelik tam zıttı olan şeye irade deniyorsa, hem buradaki hatayı göstermeli hem de seçim sisteminde iradeyi ortaya çıkarmanın bir yolunu bulmalıyız.

İrade ya da irade göstermek, nefsani isteklere karşı çıkma, fedakârlık yapma demektir. Kalabalıkların iradesi olmaz çıkarı olur. O çıkar da mutlaka hem başkasına hem de kendisine zarar olarak geri döner. O zaman, herkesin bir oy hakkı olduğu ve verdiği oydan da sorumlu olmadığı bu düzen için irade kelimesini kullanmak insanları aldatmak demektir. Üstelik kullanılan millet kelimesi herhangi bir kalabalığı da ifade etmemektedir. İrade gösterebilen insanların dâhil olabileceği kalabalıktır. (Bkz: İslam Ümmetçiliğinin Temelleri - 4 (İbrahim(as)) )

Herkesin eşit oy hakkı olduğu sistemin doğru olup olmadığı tartışmasının yüz yıllar öncesinden başladığı, başlangıç sebebinin de soyluların, ekonomik geliri düşük olanla bir tutulmak istememesi olduğu söylenir. Dolayısıyla bunu duyan bir insanın, bu tip, zenginlerin fakirlerle bir tutulmak istememesi ile başlayan(başladığı söylenen) bir konunun savunucusu olma sıfatının üzerine yapışmaması için, bu meseleden uzak durmaya çalışması büyük bir olasılıktır. Oysaki bu konu böylesi basit bir propaganda ile geçiştirilemeyecek kadar büyük bir öneme sahiptir ve herkese oy hakkı verme, özellikle geri kalmış ülkelerde felaketlerin en temel nedenidir.

Bir zaman önce şahit olduğum, içimde yer eden bir olayı anlatmak isterim. Olan şey şuydu: Kendisini dinleyenlerin olduğunu gören birisi, ekonomi ile alakalı bir konuda her şeyi birbirine katarak öyle bir konuştu ki… Tamamı yanlış bilgi üzerine inşa edilmiş yorumlarını söylerken öylesine kendinden emindi ki... Hani derler ya: "Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur" diye... Evet, cehalet kötü bir şeydir ama inanın hayatımda ilk defa tebrik edesim geldi gördüğüm cehaleti. O kişi nasıl ki o anda orada bulunan insanları yanlış yönlendirerek zarar veriyorsa, oy verirken de aynı zararı verecek. Çünkü onun da oy hakkı var ve verdiği oy sebebiyle aldığı hiçbir sorumluluk yok. Niye buna katlanılıyor ki!

- Peki, doğrusu anlatılsa, uyarılsa?

Herkesle böyle teker teker uğraşmaya insanlar mecbur mu? Ne yükümlülüğü var insanların? Kaldı ki anlatsan bile sonuç alabileceğine emin misin?

- O zaman, ne yapılabilir?

Yazdığım yazılara bir göz attım. Bu konuyla alakalı ilk Mayıs – 2007’de İslamiyet, Demokrasi ve Siyaset başlıklı yazıda bir şeyler yazmışım. Daha sonra Ocak – 2013’de Yeni Dünya Düzeni isimli yazıda işlemişim. Hepsinde de seçmen olmanın kriterlerinin ne olması gerektiği, irade gösterecek insanı nasıl tespit edilmesi gerektiği ile ilgili bir çözüm bulmaya çalışmışım.

İyi de niye kimin seçmen olup olmayacağının kriterlerini en doğru bir şekilde bulmaya çalışalım ki?

İnsanlar seçmen olup olmamaya kendileri karar versinler.

- Nasıl olacak ki bu iş? Kim vazgeçer ki bundan?

Verdiği oyun sonuçlarına katlanacağını bilen insan.

Şöyle: Elektronik oylama sistemi ile herkesin verdiği oy kendi vatandaşlık veri tabanına kaydedilecek. Gizli oy diye bir şey de olmayacak. (Zaten oylama neden gizli yapılır onu da anlamış değilim.) İşte tam bu noktada, eğer oy verdiğiniz parti bir terör örgütünü desteklerse ya da yolsuzluk yaparsa ya da bunun gibi bir organize suça bulaşırsa bunun sonucunda oy verenlerin tamamı para cezasına çarptırılma ya da mal varlıklarına el konma gibi yaptırımla karşılaşacak. Ayrıca bir dahaki seçimde seçmen olma hakkını da kaybedecek.

- Seçmen, seçtiğinin her suça mı ortak olmuş olacak?

Tabiki de hayır. Burada, örneğin birisiyle husumeti sonucu işlediği bir suç gibi bireysel suçları  kastetmiyoruz. Vatana, Millete, Devlet Hazinesine karşı işlediği terör destekçiliği, yolsuzluk gibi suçlardan bahsediyoruz. 

Ayrıca, insanlara, en baştan, seçmen olmama hakkı da tanınacak. O da şöyle işleyecek: Tüm bu sürecin başında insanlara, verecekleri oy ile, oy verdikleri partinin organize olarak işleyeceği suçlara ortak sayılacakları ve yaptırım ile karşılaşmayı kabul etmiş olacakları beyan edilecek. Eğer istemiyorsa, seçmen olmama hakkını kullanacak ve oy kullanmayacak.

Bu kadar.

Herkesin oy hakkı olması ve verdiği oy ile ilgili hiçbir yaptırıma uğramaması adaletsizliktir, saçmalıktır.

Bu sorunu çözmek için verilen oyu ağırlıklandırma bir çözüm yolu olabilir. O da, ağırlıklandırmada uygulanacak kriterler doğru bir şekilde belirlenebilirse… Bu da gerçekten çok zordur. Eğitim seviyesi desen, olmaz. Bir insanın, örneğin Kuantum Mekaniğine hâkim olması, onu illaki irade sahibi bir insan yapacak değildir. Ya da başka herhangi bir konuda doğru bir tavır takınması oy verirken çıkarı ile değil iradesiyle oy vereceğini garantilemez. Ama elbette bu bile, hiç bir kriterin olmadığı herkesin bir oy hakkı olduğu mevcut seçim düzeninden daha doğru bir düzendir. Fakat yine de tam bir çözüm değildir.
   
En sağlıklı çözüm: Seçmen olup olmamaya bireyin kendi karar verdiği, seçmen olmayı kabul etmesi ile verdiği oyun sonuçlarına katlanmayı da kabul ettiği sistemdir. Böylece hem kararı kendi vermiş olur, dışardan karar verici bir mekanizmanın olmadığını bilir (örneğin kriter belirlemede kriterler başkaları tarafından belirleniyor, doğru bile olsa başkalarının verdiği karara insanlar tabi olmuş oluyor) hem de verdiği kararın sorumluluğunu almış olur. Oy verdiğin parti terör destekçisi ise, yolsuzluk yapıyorsa veya buna benzer organize bir suç işliyorsa bedelini sen de ödeyeceksin. Göze alamıyorsan, seçmen olmayı reddetme hakkını kullanacaksın. Bu şekilde milletin iradesi ön plana çıkabilecek, çok çok büyük sorunların ana kaynağı yok edilmiş olacak, adalet toplumuna gidiş için çok büyük bir mesafe alınmış olacaktır.

28 Ocak 2017 Cumartesi

Zırilla Teorisi

Youtube, insanlar tarafından çoğunlukla eğlence maksatlı kullanıldığından komik, eğlenceli videolar Youtube’un en fazla izlenen videolarıdır. Yalnız... İnsanların sadece gülme, eğlenme maksatlı izlediği videoların tek özelliklerinin eğlendirme olmadığına da dikkat çekmek isterim. Eğer dikkatli bakarsanız, bu videolardan aynı zamanda çok şey öğrenebileceğinizi fark edersiniz. Özellikle kamera şakası videolarından... Çünkü farklı farklı ülkelerde, sokak yaşantısını tanıyacak kadar uzun süre kalma imkânı olmayan -örneğin- benim gibi biriyseniz, insanların en doğal hali ile yakalandıkları bu kamera şakası videolarından, o ülkelerin sokaklarında nasıl bir yaşantının hüküm sürdüğüne şahit olabilirsiniz.

Herkesin yaşadığı muhitte kavgacı, tehlikeli insanlar vardır mutlaka. Biz de gördük ama -kendi yaşadığım çevre için söylüyorum- öyle belinde silahla dolaşanı hiç duymadık, bilmedik. Fakat Amerika’da bu durum çok vahimmiş. Korkunç bir bireysel silahlanma furyası varmış. Öyle de duyardım da “ne olabilir ki” derdim. İşte, Amerika’nın gettoları denilen varoşlarında, arka mahallerinde çekilen kamera şakası videoları ile bu bireysel silahlanmanın boyutunu ve dehşetini çok uzaklardan şahit olabiliyoruz. Öyle ki, yolda yürüyen alelade birine şaka yapıyorlar adam bir anda silah çekiyor. Başka birine arkadan bir şaka yapılıyor adamın belinden silahı düşüyor. Bunlar gibi daha bir sürü örnek… Belki işi yok, sosyal güvencesi yok ama silahı var. Gerçekten ürkütücü…

Zaten bu durum şarkılarına da yansımıştır. Kavgadan, şiddetten, yakıp yıkmaktan bahseden, had safhada küfür ile bezenmiş varoş kültürüne ait şarkılardan bahsediyorum. Bilirsiniz...

Dikkatinizi çekti mi, bilmiyorum ama burada çok ilginç bir durum var. O da: Bu tip şarkıları yapan aynı kişilerden ezilmekten, baskılardan ya da polis şiddetinden bahseden, mağdurun her türlüsünü oynadıkları şarkılar da duyabilecek olduğunuzdur. Sanki hak etmediği bir muamele ile muhatap oluyormuş gibi... Belinde silah ile dolaşıp, haydutluk yapan ya da yapmakla tehdit eden kendisi değilmiş gibi...

Hatta bu şarkıların, “vurulduk halkım unutma bizi” tadında, sanki birileri için bir şeylerin fedakârlığını yapıyormuş gibi, insanlar sanki onlardan bir şey istedi diye yapıyormuş gibi dolayısıyla insanların borçlu olduğu bir durum varmış gibi artık demagojinin dibine vurmuş versiyonlarını da duyabilirsiniz...

İşte zırilla teorisi budur: Diş geçirebildiğin yere kadar gövde gösterisi yapıp, geçiremediğin yerde zırlama. Önce vurmaktan kırmaktan, öldürmekten bahsetme ya da bunun için teşebbüste bulunma, ardında hak ettiğin muamele ile karşılaşacağını anladığında kendini acındırmaya çalışma.

Tüm bunlar çok da yabancı gelmedi değil mi?

Amerika’da yaşanan bu mesele elbette Türkiye’ye yabancı bir durum değil. Çünkü terör örgütü PKK’nın propagandacılarının yaptıkları propagandadan zaten bu duruma fazlasıyla alışığız. Hatta PKK vb. örgütlerin, önce iç savaştan, toplu katliamdan, şehirleri bombalamaktan falan filan bahsedip, ardından hak ettikleri ile karşılaştıklarında besteledikleri mağduriyet türkülerini düşündüğümüzde Amerika’da yaşanan şeylerin, bizim muhatap olduğumuz seviyenin yanında hiç kaldığını söyleyebiliriz.

PKK kurulduğundan beri eli silahlı veya kravat takmış mensuplarının yaptıkları şeylerin tek gerçekliği şudur: Önce saldırır; istediğini değil de hak ettiğini alınca zırlar. Hiçbir zaman şaşmamış, hep bu sıra ile olmuştur.

Önce, "PKK Halktır, halk PKK’dır" gibi şeyler diyerek slogan atar propagandacıları, terör örgütü militanları teker teker tespit edilip etkisiz hale getirilmeye başlandığında da “Ya beş-on tane PKK’lı için şehirleri savaş alanına çevirmeye gerek yok" derler. Eline silah almış örgüt mensuplarına bin çeşit övgü düzdüğü için haklarında soruşturma açıldığında ise, bir bakmışsın, ucuz propagandaları “düşünce”, işledikleri suç için soruşturma açılması ise “düşünce özgürlüğüne müdahale” olmuştur. Yersen…

Terör örgütü katliam yaparken, bakarlar dokunan yok, diş geçirebiliyorlar, o zaman çıtlarını çıkarmazlar. Ne zaman ki, görürler istediklerini alamıyorlar o zaman propagandacıları bir anda başlar: “Barış istiyoruz. Artık silahlar sussun” diye yaygara koparmaya. Bir bakmışsın ölen insanlar falan umurunda olmuştur artık.

Yani kısaca, diş geçirebildiği yere kadar güç gösteri yapar, diş geçiremediği yerde mağdura yatar. Her durum için kullanacakları propagandaları rafta hazırdır. Duruma göre bir tanesini seçer.

Hatta yalancılıkları o kadar ki, insanların kendi gözüyle gördüğü olayları, az bir zaman sonra yine aynı insanlara değiştirerek anlatmaya çalışırlar. Önce şehirleri bombalarla, tuzaklarla doldurup, -kendilerince- şehir savaşı(!) başlatarak güvenlik güçlerini, hatta kendilerine boyun eğmeyen insanları hedef alırlar ve öldürebildikleri kadar öldürmeye çalışırlar. Sonrasında asker, polis bunları etkisiz hale getirmeye başladığında ise yaşanan her şeyin sebebi değilmişler gibi, “şehirler resmen mahvoldu, savaş alanına döndü” gibi laflarla, artık akla hayale gelmez utanmazlıklarını ortaya koyarlar.  

Dersin ki: “Güvenlik güçlerini ya da öğretmen, savcı gibi devlet görevlilerini geçtim. Kundaktaki bebeği, 4-5 yaşındaki çocukları bile kurşuna dizmişsiniz. Nasıl bir alçak mahluksunuz!”

Der ki: “Ben halkın daha fazla mağduriyetini sayarım”.

Yüzsüz yüzsüz “mağduriyet” dediği, işledikleri suçların sonucunda yaşananlardır. Kendi sebep oldukları şeyleri durduk yere olmuş gibi anlatırlar.

Eline silah alıp çoluk çocuk yaşlı genci kurşuna dizmelerinin sonucunda terörle mücadele sürecinin başlamasına, etkisiz hale getirilmelerine yüzsüz yüzsüz, pişkin pişkin, “mağduriyet” derler. Kendilerine de böyle alelade, yolda geçen biriymiş gibi göstermek için de “halk” diye isim takarlar.

Örgüt propagandacılarının tek silahı kronolojik sırayı kaybettirmek, güçlerini aldıkları yer ise yüzsüzlükleridir. Kronolojik sırayı kaybedersen, pişkinden mağduriyet hikayeleri dinler bir halde bulursun kendini.

Fakat burada asıl dikkat edilmesi gereken “hümanizm” ve “insan hakları” adı altında, çoğunlukla örgüt mensuplarının sağ ele geçirilmesi durumu için yapılan propagandadır. Amacı sağ yakalanmış militanların, cezalandırma sürecini olabildiğince yumuşak atlatmalarını sağlamaktır. Bunun için insanları vahşice katleden terör örgütünün bizzat himayesinde ve desteğinde paravan dernek ve vakıflar kurulmuştur zaman içinde. Hukuktaki bütün açıkları değerlendirebilmek için…

Özgürlükçü Özgürler Derneği, İlerici Vitesler Vakfı, Kampüste Halay Çekmek Zorunda Olduğunu Sanan Öğrenciler Kulübü tadında... En az bunlar kadar absürt isimlere sahip bu dernekler ile terör örgütünün elini kolaylaştırmaya çalışırlar.

Anladığım kadarıyla bu olayın tarihsel gelişimi şöyle yaşanıyor.

1900’lü yıllarda çıkan hümanizm hareketinin romantikleri zaman içinde işi iyice abartıp, hapse giren her canlıya melek muamelesi yapmaya kalkıyorlar. Onlar için ölen, katledilen insanlar insan değilken, mağdurların haklarını “insan hakkından” saymazken, işlediği suçun cezasını görecek suçlu için nedense kendilerini paralamaya kalkıyorlar. Belki biraz da farklı insan görüntüsü verebilmek için… (Bu konu için Cezalandırmada Adalet: Karanlıktan Aydınlığa isimli yazımıza başvurabilirsiniz.)

Tabi adi suç şebekelerinin de, bunların işlerine ne kadar çok yarayacaklarını anlamaları çok zaman almıyor. Çünkü burada, romantiklerin sebep oldukları şey, sadece örgüt mensuplarının cezalandırılmalarını hafifletme değil, aynı zamanda, doğrudan örgütlerin mensupları olmadıkları için sanki tarafsız bakmış da karar vermiş gibi gözükerek, örgütlerin hakikaten haklı oldukları bir konu varmış algısı oluşturabilmeleridir. Ama tüm bunların olabilmesi için terör örgütleri üç beş romantiğin keyfinin gelmesini mi bekleyecek?

Elbette ki hayır... İşte paravan vakıfların, derneklerin kurulma hikayesi de böyle başlıyor.

Bu tip suç örgütleri bu işin, üç beş romantiğin keyfine bırakılamayacak kadar kârlı olduğunu görünce, bizzat kendileri bu tip dernekler kurmaya başlıyorlar. Sanki derneklerin mensupları kendi adamları değilmiş gibi… Böylece abuk subuk isimlerle kurulmuş, sadece adi suç şebekelerinin suçluları ile ilgilenen paravan dernekler ülkelerin gündemlerini boş yere meşgul etmeye başlıyor. Ne yazık ki, bizler de tekrardan, bu işten fazlasıyla nasibimizi alıyoruz.

Toparlayarak bitirelim.

Vur-kaç Taktiği ile saldıran, Zırilla Taktiği ile kendini savunur. Onun için, böyle bir örgütün bir savunma sistemi olarak ortaya koyduğu zırlama sürecinin, herhangi bir mağduriyetten değil, istediğini alamamış olmanın ezikliğinden kaynaklandığını bilmek ve bu süreçte söyledikleri yalanlarına itibar etmemek önemlidir. Burada dikkat edilmesi gereken iki şey var. Birincisi: Bahsettiğimiz zırlama sürecinin kahramanı olmaya çalışan, kahraman olacağım diye adi suç şebekelerinin yaptıklarına, kendilerini bile hayrette bırakacak anlamlar yüklemeye çalışan, -biraz da ilgi görmek isteyen- romantikler. İkincisi ve asıl önemlisi: Romantik taklidi yapmaya çalışan, sanki örgüt elemanı değilmiş gibi olayı dışardan bakan birisiymiş gibi davranan bizzat örgütün propagandacılardır. Zırilla Teorisini hayata geçirenler de asıl olarak bunlardır.

Not: Bu yazı PKK Propagandası serisi kapsamında yayımlanmaktadır. Serinin ilk iki çalışması video olarak yayımlanmışsa da bunu yazı olarak yayımlamayı uygun bulduk. İlk iki video encodeum ideoloji kanalında yayımdadır. Bilginize...

21 Ocak 2017 Cumartesi

Cezalandırmada Adalet: Karanlıktan Aydınlığa

Medeniyet kavramının temelinde, suçlulara, kurbanlarına davrandıklarından daha iyi davranmak yatıyor. Onların seviyesine inmiş olmayalım diye. Ama sen ve ben bu kapsamda değiliz. …Daha eskiye aitiz.
Person of Interest, The Devil's Share (3. Sezon 10. Bölüm)
Bir zamanlar adalet ve güvenlik kurumlarında örgütlenmiş -daha sonrasında bu kurumların ellerinden alındığını görünce darbe yapmaya kalkacak ve 248 kişiyi de katledecek- bir illegal yapılanmanın tezgâhladığı Ergenekon davaları denen yalanın, iftiranın her türlüsünün ortaya konduğu süreçteydi sanıyorum... Bu şebekenin yerleştirdiği elemanlar tarafından “Hükümeti yıpratmaya çalışmak” diye bir “suç” ithamı üretilmişti.

Biri dese ki: “Bu kişi gömleğimi yıprattı” diye. Çağırılır bilirkişi, yıpratıp yıpratmadığı tespit edilir. Eğer varsa böyle bir şey, mağdurun zararı tazmin edilir. Çünkü buradaki yıpratma gerçek anlamlıdır -ki öyle de olması gerekir- ama “hükümeti yıpratmak” ifadesindeki yıpratma mecaz anlamlıdır. Mecazi ifadeyi anlamlandırma, kişiden kişiye değişir. Yani var olup olmadığı, gerçekliği bireylerin hayal dünyasına kalmıştır.

Düşünsenize böyle mecaz anlamlı, belirsiz bir ifade üzerinden suçlanıyorsunuz(!) ve üstelik bir de savunma yapmanız bekleniyor. Ne yaparsınız? Tutup savunma yapmaya kalksanız bu mecazi ifadenin suç olduğunu kabul etmiş olacaksınız. Savunma yapmasanız bu sefer de “suçu(!)” kabul etmişsiniz gibi örgütün medyadaki tetikçileri tarafından propagandanız yapılacak.

İşte bu Ergenekon, Balyoz davaları, medyadaki -sözde- gazeteci diye takdim edilen tetikçilerin laf kalabalığı üzerine kurulu propagandası ile devam etmiş hukukun, adaletin ayaklar altına alındığı böyle bir süreçti. (Hayır, bir de o kadar komik ki, isnat edilen şey “Hükümeti yıpratmak” da değil, “yıpratmaya çalışmak”. Yani mecazi anlamlı suçu(!) tam işlemiyor da, işlemeye “çalışıyor”. İşte o şebekenin güvenlik ve adalet kurumlarına yerleştirdikleri militanlarının açtıkları davalardaki seviye buydu işte. Neyse…)

Elbette hukukta mecazi, belirsiz, kişiden kişiye değişen ifadeler olamaz. Olursa ona hukuk denmez. Tüm kullanılan kelimeler gerçek anlamı ile kullanılmış olmalıdır. Tanımı açık olmalıdır. Kişiye özel de olmamalıdır. Ayrıca eğer bir kural koyduysan, bir yasak getirdiysen yasağın çiğnenmesi durumunda yaptırımının ne olacağını da söylemiş olmalısın.

30 Maddelik, toplam 9 kişi tarafından hazırlanmış, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” diye isim konmuş, bireylerin yaşama hakkı, savunma hakkı, seyahat hakkı, yurttaşlık hakkı, mülkiyet hakkı, çalışma hakkı vs. gibi haklarının olduğunun vurgulandığı metne gelmek istiyorum. Bu uzun girişin sebebi buydu. Çünkü -elbette herkesin kabul etmesi gereken- bu hak bildirimlerinin arasında, yıllardır tüm insanlığın hayatını etkileyen, diğer tüm maddelerden farklı olarak, bir yasaklama getiren ama bunu da oldukça garip ve belirsiz bir şekilde ifade eden bir madde var. Önce maddeyi yazalım sonra garipliğini sorgulayalım.
Madde 5. Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez.
1-) Bu madde belirttiği yasaklamayı kime getiriyor?

“Hiç kimseye işkence yapılamaz”mış. “Hiç kimse kütle çekimini yenip havada duramaz” der gibi bilimsel bir kuraldan bahsetmiş sanki. Bunu yazan heyete söyleyin, gayet rahat bir şekilde yapan yapıyor. Mesela PKK’lı teröristler kendilerine boyun eğmeyenlere ya da karakollara yaptıkları alçakça saldırılardan sonra sağ ele geçirdikleri personeli işkenceye tabi tutarak katletmiştir defalarca. (Örneğin bakınız: 1993 Iğdır Aralık İlçesi Sultantop Karakolu).

O ara neredeydiniz? Hani yapılamıyordu? Haydutlar her türlü işkenceyi yapmışlar ve yapmaya da devam ediyorlar işte.

-“Yok. Mesela bu işkenceyi yapan teröristler yakalandığında onlara yapılamaz”

Ha yani insanlar birbirine yapabilir; suç işlerken her türlü suçu istedikleri yöntemle işleyebilir ama yakalandıktan sonra cezalandırılırken yaptıklarının aynısı ile cezalandırmada bulunulamaz. Öyle mi?

-"Öyle"

Peki neden böyle?

-“Çünkü insan haklarına aykırı”

Hangi insan hakkı ile alakalı ki bu? Herkesin seyahat hakkı, vatandaşlık hakkı, adil bir şekilde yargılanma hakkı vardır. Bunlar haktır. Tamam. Fakat bir kişi, adil bir şekilde yargılanıp, hüküm giydikten sonra hangi hak bu kişinin adil bir şekilde cezalandırılmasına engel oluyor, bir kişi söyleyebilir mi?

Eğer bu bildiriye “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” diye isim koyduysan araya yasaklama sıkıştıramazsın. Sıkıştırdıysan, en azından, bu yasak, bir kesime değil herkese hitap etmelidir. O zaman sadece devlet yetkililerine değil, tüm insanlığa imzalattırmış olmalısın hazırladığın bildiriyi. Ama sen sadece devlet temsilcilerine imzalattırıyorsun. Eğer sadece devlet temsilcilerine imzalatacağın bir metin olacaksa bu, o zaman sadece devlet aracını ilgilendiren maddeleri yazarsın. Ki diğer maddeler de öyle zaten. Çünkü yurttaşlık, yargılanma, seyahat hakkı vs. gibi hakları sadece devletler verebilir. Bireyler birbirine veremezler. Ama burada yasaklama getirilen husus bireylerin de yapabileceği bir davranışı içeriyor. Yasaklama sadece devlet aygıtına getirildiyse, o zaman açıktır ki bu kural evrenselliği içermiyor.

Sonuç olarak; başkaları tarafından işkenceye uğramış insanları, insandan saymayan bir metin evrensellikten bahsedemez. Eğer bir suçun zanlısı, adil bir şekilde yargılanıp hüküm giydiyse, artık "hak" kavramı suçun işlendiği mağdura aittir. O da bu beyannamede yazmayan, mağdurun eşit oranda yani adil bir cezalandırma talep etme hakkıdır. Bu beyanname, böyle bir haktan bahsetmediği gibi, beşinci maddesi ile adalete de engel olmaktadır. Dahası adalete engel olan bu beşinci maddenin hangi hakka dayandırıldığı da belli değildir.

2-) Tanımlar Nedir?

Bu maddenin en büyük çelişkisi de içerdiği ifadelerin ne olduğunu açıklamamış olmasıdır. İşkenceden kastettiğin nedir? Hangi davranışlar işkence sınırına girer, hangileri girmez? Neye göre belirledin veya belirleyeceksin? Hiçbirinin cevabı yok. Eğer bunları ifade etmediysen ne diye bu maddeyi yazıyorsun!

Sonuç olarak, 9 kişi kafa kafaya vermiş, olması gereken hakların arasına bir yasaklama maddesi sıkıştırmış, adaletin ana damarı olan cezalandırmada adaleti yok edip karanlık çağı başlatmış.

3-) Yaptırım Nedir?

Tüm bunlar yani “hak bildirgesi” diye isim konulan bir metinde kavramları belirsiz, -dolaylı olarak-adaleti de bozan bir yasak getirilmesi yetmezmiş gibi bir de getirilen yasağın çiğnenmesi durumundan nasıl bir yaptırım uygulanacağı da belirtilmemiş. Yani sadece yasak getirilmiş. O kadar.
E peki, o yasağa uyulmazsa ne olur?

-“Bilmem.”

Eğer hala daha anlaşılmadıysa somut bir örnek üzerinden gidelim. Teröristler, 1993 yılında Iğdır’ın Aralık İlçesinde bulunan Sultantop Karakoluna yaptıkları baskın neticesinde sağ ele geçirdikleri askerleri can verene kadar büyük bir işkenceden geçiriyorlar. Diyelim bunu yapan teröristler şimdi yakalandı. Bunlara ne yapılacak?

Bir odada 3 öğün yemekle misafir mi edilecek? Peki bu işkence mi? Evetse neden, değilse neden?

Hayal dünyasından çıkıp hayatın gerçekliğini önümüze koyarak soralım: Bu tip haydutlar, suç işlemeden önce, en fazla, bir odada üç öğün yemekten daha fazla bir yaptırım ile karşılaşmayacaklarının bilincinde değiller mi sence?

İnsanları suç işleme konusunda cesaretlendiren şey de bu olmasın?

“Ben istediğimi yaparım. Yakalanırsam yatar çıkarım”.

Bunların “insan hakkı” diye pazarlanması ve insanların yavuz suçlularla baş başa ve çaresiz bırakılması yani karanlık çağın insanoğlunu çepeçevre sarması...

Elbette hakkı yenmiş, gasp edilmiş, katledilmiş masumu insandan saymayan, ona bunları yaşatanlara karşı aynı oranda cezalandırma yapılması gerektiği ile ilgili hiçbir şey söylemeyen bir beyannamenin “evrensel” olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Kendi içinde her türlü çelişkiyi barındıran beşinci maddeyi ise adalet kavramı ile bağdaştırmak mümkün değildir. 9 kişinin bu metne evrensel yakıştırması yapması kendilerini bağlar. Ayrıca kendilerini bağlayan bir şey daha var ki o da cezalandırmada adaletin yok edilmesi ile cesaretlenen suçluların, suç şebekelerinin canını yaktıkları insanların veballeri.

İşte bu koca koca veballere ortak olmamak için bizim mutlaka şahitliğimizi göstermemiz gerekiyor. O zaman önce adi suç şebekesi yandaşları hakkında konuşalım sonra neler yapılması gerektiği hakkında. "Neden adi suç şebekeleri hakkında konuşacağız ki?" diyecekseniz... Çünkü bu işin en büyük destekçisi onlardır da ondan.

Eminim masum insanların kendi ayağına sıkıp, haydutların en çok ihtiyaç duyduğu şeyin, cezalandırmada adaletin etkisizleştirilmesinin, insan hakkı olarak kabul edilmesi, onları bile hayretler içinde bırakmıştır. Elbette onlar da, altın tepsi içinde sunulan bu karanlık çağın nimetlerinden sonuna kadar faydalanmışlar ve devamı için ellerinden geleni yapmışlar. Örneğin terör örgütü destekli sözde insan hakları, demokrasi vs. dernekleri; bu derneklerde bulunan katil sürüsü yandaşlarının ağızlarından insan hakları bildirilerini düşürmemeleri... Bunların hepsi kendi adamlarının cezalandırma sürecini en yumuşak bir şekilde atlatabilmeleri için, daha genel bir ifade ile bu karanlık çağın devamlılığı için uyguladıkları yöntemlerdir. E tabi, bizzat masumlar tarafından yazılmış ve adına da insan hakları evrensel beyannamesi denmiş metnin beşinci maddesi gibi büyük bir kozun ellerinde olduğunu bilmenin verdiği rahatlık var üzerlerinde.

Gerçekten inanamıyorum böyle bir kozu nasıl ve hangi mantıkla suç şebekelerine sunarsın?! Yukarıda da incelediğimiz gibi savunmaya kalksan savunamayacağın, birisi kullandığın ifadelerin tanımını sorsa cevap veremeyeceğin, adalet anlayışı ile açıklayamayacağın bir maddeyi niye yazarsın. İnanılır gibi değil...

Tabi şunu da eklemek gerekiyor adi suç şebekesi propagandacılarının tek yöntemi bu değildir. Suç makinasını dönüştürdükleri suçlular için sosyolojik yorum yapma çabaları, işledikleri suçlara anlam yükleyebilmek için neden uydurma çabaları da cezalandırmada adaleti hafifletebilmek için uyguladıkları taktiklerdendir. Amaç laf kalabalığı yaratarak ilgiyi dağıtmak.

“Evet, yaptı ama bir sor neden yaptı”

“Aslında bireyler değil toplum suçlu” vs...

Nasıl da laf kalabalığı yaparak belirsizliğe çekmeye çalışıyor ama!

Peki, olması gereken, yapılması gereken ne?

Öncelikle cezalandırmada adaletin, masumlardan, suçluların kurbanı olmuş insanlardan gizlenen en temel hak olduğu vurgulanmalı ve 5. madde şu şekilde güncellenmeli:

Suç işlenen herkes, suçlusunun aynı oranda ve aynı yöntemle cezalandırılmasını talep etme hakkına sahiptir.

Bu hak esas alınarak cezalandırma yöntemleri tekrardan düzenlenmelidir. Katilin idamı, yaralayanın aynı yöntemle eşit sayıda darbe ile yaralanması(zor bir şey değil, bir makine vasıtası ile çok rahatlıkla hayata geçirilir), maddi zarar verenin zararı eşit oranda karşılaması vs. gibi suçlunun, kurbanına yaşattığı ile eşit bir oranda ceza ile karşılaştığı bir cezalandırma sistemi oluşturulmalıdır. Sadece bu kadar da değil, kamu düzenini bozmaktan da ayrıca hapis cezası almalıdır. Yani suçlu adil cezalandırma düzeninde önce kurbana yaptığının bedelini, akabinde de kamu düzenini bozmanın bedelini ödemelidir. Böylece hem kurban hem de devlet hakkını almış olacaktır.

Suçu işleyen çocuksa?

Suç işleyebilen hiç kimse çocuk değildir. Öncelikle çocuk olmayı “yaş” ile belirlemeyi bırakmalıyız. Zaten bunu bildikleri için adi suç şebekeleri, yaptırabilecekleri her işe belli bir yaşın altındaki insanları koşturmaktadırlar. Ama yok, eğer illa ki çocuk kavramını kabul edeceksek, o zaman ceza, çocuğu hayata getiren ana babayı da kapsamalıdır. Yani cezalandırmadan kaçış diye bir şey hiçbir şekilde olmamalıdır.

Mesela sokak köpekleri, gruplaşıp insanlara saldırıp öldürüyorsa, burada mutlaka kısas gerekmektedir. Köpeği sorumlu tutamayacağına göre, kısas edilecek o köpeği sokağa salandır. Salan tespit edilememişse, bu tip sokak köpeklerini toplama, gerekirse itlaf etme işini yapmayan belediye başkanı ya da o işten sorumlu kimse o kısas edilecektir.

Peki, sokak köpeğini öldürmek de kısas istemez mi?

Her kim evine bir hevesle oyuncak alır gibi köpek alıp, sıkıldıktan sonra sokağa salıyorsa vebal ona aittir. İtlaf edene değil.

Bunun yanı sıra, evine hayvan alıp eziyet edenler, onları dövüştürenler de yaptıklarının aynısı ile cezalandırılmalıdır. Bunu yapanın ya da herhangi bir suçu işleyenin psikolojik olarak sorunlu olması da cezalandırmadan kaçış için bir bahane olamaz.

Zarar verenin bir çocuk olmasının, bir hayvan olmasının ya da psikolojik sorunlu biri olmasının bile cezalandırmadan kaçışın bir nedeni olamayacağını vurgulamak için bu örnekleri verdim.

Bir başkası da "silahsız" olma... Terör örgütü mensuplarının çok fazla istismar ettikleri konudur bu. Ellerine silah aldıkları zaman istedikleri gibi ölüm saçabilen örgüt mensupları, silahsız olduklarında ise herkes gibi dokunulmaz bir şekilde hayatlarına devam edebilmektedirler.  

Burada terörle mücadelede de eşitlik ilkesi sağlanmalı ve eğer bir güvenlik gücü, bir yerlerde, terör örgütü mensubu olduğu tescilli biri gördüğünde karşısındakinin silahını olup olmadığına bakmaksızın ateş etme hakkına sahip olmalıdır. Eğer terör örgütü mensupları, modern toplumların özgürlük anlayışını istismar ederek insanları istedikleri gibi katledebilme özgürlüğü yakalayabiliyorsa, aynı şekilde istenildiği gibi öldürülme özgürlükleri de olmalıdır. Bu şekilde güvenlik güçlerinin vazifelerini adil bir şekilde yapmaları sağlanmış olacaktır.

Ayrıca aynı suçu tekrar tekrar işleyenler içinse cezalandırma eşit oranda değil, artırılarak yapılmalıdır.

(Bu konu için çok daha fazla örnek, detay ve durum yazabiliriz. Eğer gerekirse sadece bu konuyu içeren yeni bir yazı hazırlayabilirim.)

Suçun ancak bu şekilde önüne geçebilirsin. Ne kadar güvenlik görevlisi istihdam edersen et, teknolojik olarak ne noktaya ulaşırsan ulaş başka türlü suçun önüne geçemezsin. Geçemiyorsun da. Bunlar ancak suçluyu yakalama noktasında işe yarar. Eğer caydırıcı bir şekilde cezalandıramıyorsan suçluyu yakalamış olmanın çok da bir kıymeti olmayacaktır. Bunun en büyük delili bırak farklı farklı suçları, aynı suçu defalarca işlemiş ve hala daha elini kolunu sallayarak yakabileceği canları arayan suçlulardır.

“Aman ortaçağda mıyız canım” diyenler, ortaçağda işlenen suçların tamamının aynı şekilde günümüzde de işlenmeye devam ettiğini bir zahmet görsünler. Hatta günümüzdeki suç oranları ile ortaçağdaki suç oranlarını karşılaştırıp hangi dönemin daha insani olduğuna karar versinler.

O zaman şimdi sıra dünyanın bütün masum, kendi halinde yaşayan insanlarının medeniyet diye pazarlanan şeyin adaletsizlikten başka bir şey olmadığını görmesinde. Görüp sesini çıkartmasında.