21 Aralık 2025 Pazar

Putperestlik: Konum Bağımlı Tanrı İnancı

Kutsal Kitapların Allah’ın vahiyleri olduğuna iman eden insanlar, acaba Kutsal Kitapları biraz fazla mı üzerlerine alınıyorlar?

Kutsal Kitaplar, Peygamberlerin özelidir. Muhatabı peygamberler ve dolaylı olarak da peygamberlerin birebirde muhatap olduklarıdır. Örneğin Kur’an-ı Kerim Mekke ve çevresini uyarması için Muhammed(as) Peygambere inmiştir (Enam/92). Kendisi ve muhatap oldukları Arap olduğu için de Arapça inmiştir (Yusuf/2). Çünkü vahiy tecrübesinin ana hedefi, bir Peygamberin kavmini hakka davet etmesidir. Fakat yine de Kutsal Kitaplar sadece, Peygamberlerin birebirde muhatap olduklarını hak yola davet etmek için söylemesi ve yapması gerekenlerle alakalı ayetlerden ibaret olmak zorunda değildir. Çünkü, dediğimiz gibi, Kutsal Kitaplar Peygamberlerin özelidir dolayısıyla bir peygamberin arkadaşları hakkında da ailesi hakkında da ayetler olabilir. Ya da günlük hayatta yaşadığı hiç kimseyi ilgilendirmeyen bir sorun ile ilgili de ayet olabilir. Allah böyle şeyleri bildirmekten çekinmez (Ahzab/53).

Tabii böyle dedikten sonra, yanıtlamamız gereken 3 soru karşımıza çıkar.

1. Bize niye ayetler gelmiyor? O insanlara geliyor da bize niye gelmiyor? Burada bir adaletsizlik yok mu?

Hayır yok çünkü ilham yoluyla sana da ayetler geliyor merak etme. Bir insanın vahiy ile muhatap olması 2 şekilde gerçekleşebilir: İlham yoluyla ya da Cebrail(as) yoluyla (Şura/51). İkinci yol son Peygamberin(as) vefatından sonra tamamen kapanmıştır. Neden kapanmıştır? Bilinmez. Öyle takdir edilmiş. Bilmenin bize katacağı çok bir şey olduğunu da zannetmiyorum zaten. Bilmemiz gereken ortada bir adaletsizliğin olmadığı gerçeğidir. Çünkü her insanda sınanmasında doğruyu tercih edebilmesini sağlayan gerekli donanım, Fıtrat (Adalet Terazisi) vardır. O da insanın doğruyu yanlışı ayırt etmesini sağlar. Yeter ki akledebilsin. Bunun yanı sıra hak ettiği ölçüde insan Allah’ın rahmeti bağlamında ilham yoluyla vahiy de alabilir. Tabii bunun sonucunda, ona uygun olacak ağırlıkta sınanacaktır da. Eğer Cebrail(as) vasıtasıyla vahiy alırsa sınanma ve sorumluluğu çok daha büyük olacaktır. Daha doğrusu olmaktaydı. Artık böyle bir şey söz konusu değil.

Yani merak etmeyin her şey adaletle ilerlemektedir. Adaletsizliğin olmadığı, kimsenin fazladan kayırılmadığı sana adalet günü gösterilecek zaten.

2. Peki o zaman Peygamberlerle doğrudan muhatap olmadığımız için Peygamberlere vahiy ile gelen ayetlerden sorumlu olmuyor muyuz? Mesela Kur’an’dan sorumlu olanlar sadece Mekke ve çevresi mi?

Hem evet hem hayır.

Evet. “Hatta sadece Peygamberin zamanında Mekke ve çevresinde yaşamışlar, şu anda yaşayanlar bile değil.” diyebiliriz. Zaten ne Peygamber’e “Sana gönderdiğimiz ayetleri bir yerlere yaz ya da yazdır ki gelecek nesiller de okuyabilsin” diye bir emir gelmiştir. Ne de Hz. Peygamberin kendi başına böyle bir teşebbüste bulunduğu kayıtlıdır. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim sadece Peygamber’in yaşadığı zamanda ve sadece Mekke ve çevresini uyarmak için Allah’ın rahmeti olarak gelmiştir.

Hayır. Sana ilginç bir şey söyleyeyim: Sen yine de Kur’an’da yazanlardan sorumlusun. Çünkü Kur’an’da yazanlar hiçbir şeyde söylenmemiş şeyler, “Kur’an’da okumasam hayatta aklıma gelmezdi” diyeceğin şeyler değildir.

Vahiy yoluyla gelen ayetler ile birlikte gelen sorumluluk, kötü olmamak ve kötülerle mücadele etmektir. Yani verilen hayat şansında herkesin ulaşması gereken yegâne hedef, kendin kötü olmayacaksın, bu yetmez, bir de kötülerle mücadele edeceksin. Bunu yapmak için illaki bir Peygamber ile muhatap olmana veya Kutsal Kitaplardan haberdar olmana gerek yok. Bunu bu noktada tekrardan söylemeliyim: Herkeste fıtrat (adalet terazisi) vardır ve o da sana yapman gerekeni söylemektedir. Bunun yanı sıra, eğer sende o çaba varsa yani bunu hak ediyorsan, Allah katından bir rahmet olarak ilham yoluyla vahiy de alırsın, farkında olmadan. Elbette bir Kutsal Kitaptan haberdar olmuş, o Kitapta yazılanları konuştuğun dile çevrilmiş haliyle okumuş ve oradaki emirlere uyuyorsan ne mutlu sana. Uymaya devam et. Tabii uyarken o ayetlerin ilgili Peygamberin özeli olduğunu, asıl olarak kavmini uyarmak için gönderildiğini, dolayısıyla okuduğun her ayeti mutlaka bağlamı ile değerlendirmen gerektiğini aklından çıkarmadan devam et uymaya. Ama hiç haberdar olmamışsan da eğer doğru bir insan olma çabası içindeysen ister istemez orada yazılanlara uyuyorsun demektir.

Örneğin adaletin önleyici mahiyette ve kısas temelli cezalandırma hukuku ile sağlanacağını görmen için illaki Kutsal Kitaplardaki ayetleri okumaya ihtiyacın yok. Kendin tefekkür ederek de bunu anlarsın. Örneğin ben öyle yaptım. Önce bunu düşündüm. Daha sonra acaba daha önceki vahiylerde bu var mı diye baktım. Kur’an’da hem kısasın olduğunu (Bakara/179) hem de önleyici mahiyette olduğunu, bunun Bilge İnsan(as) ile Musa(as) kıssasında geçtiğini gördüm (Kehf/ 80-81). Ama o ayetleri okuduğum için bu sonucu çıkarmadım. Kendim bunu kafamda oluşturduktan sonra baktım ve gördüm. Çünkü, dediğim gibi, her insanda fıtrat yani adalet terazisi var ve o da sana hakikati söylemektedir. Yeter ki onu dinlemeyi başarabilsin insan. Ek olarak ilham yoluyla vahiy de peşi sıra gelecektir. (Allahualem)

Zaten bizzat Kur’an, herkesin, Peygamber ya da Kutsal Kitaplar yolu ile uyarılmasına gerek olmadan, doğayı gözlemleyerek Allah’ın yüceliğini takdir etmekle mükellef olduğunu söyler (Enam 76-79) (Bkz. Maturidi Ekolü). Mükellef olması için bir peygamber ile muhatap olmasına ya da birilerinin gelip ona Peygamberlerden, Kutsal Kitaplardan bahsetmesine gerek yoktur.

3-) Peki o zaman ibadet ritüelleri ne olacak? Örneğin İslam literatüründe belirlenmiş bir sürü ibadet ritüeli var. Onlara uymak zorunda değil miyiz?

İbadet, en temelde fedakarlıktır. Bu da kendinle mücadeleni sağlayan şeydir. Kendinle mücadele ve kötülerle mücadele olarak ikiye ayırmış olduğumuz görevlerimizin, birincisini, kendimizle mücadele etmemizi, kötü olmamamızı sağlayan şeydir ibadet. Allah’ın yüceliğini idrak edebiliyor ve hayatının bir parçası yapabilmişsen; yememen, içmemen, -daha genel manada- elde etmemen gereken şeyleri biliyor ve yemiyor, içmiyor ve elde etmiyorsan; yardıma ihtiyacı olana yardımını esirgemiyorsan ne mutlu sana. Bunlar için de Peygambere ya da Kutsal Kitaba ihtiyacın yok. Nefsi ile mücadele etmesi gerektiğinin bilincinde olan insanlar, bu mücadelede galip gelecekleri yolları bulacaktır tefekkür ederek. Ama nefsinle mücadeleyi nasıl yapacağını bilemiyorsan, yapman gereken şeylerin neler olduğunu kestiremiyorsan ve bunun için bir yardım almak istersen o zaman bunun nasıl yapıldığının daha önceki kavimlere anlatıldığı Kutsal Kitaplara başvurabilirsin. Tekerleği yeniden icat etmene gerek yok. Örneğin, İslamiyet’i incelersin, Hz. Peygamber döneminde Mekke ve çevresine ibadet için yapılmasının emredildiği namaz, oruç gibi ibadetleri görür hikmetini anlar sen de tatbik edersin. Allah’ın yüceliğini tekrar tekrar idrak edebilmek için namaz kılarsın, nefsinle mücadele için oruç tutarsın, yardıma ihtiyaç duyanlara zekât verirsin. Fakat dinin ana hedefi sana bu ibadet ritüellerini yaptırmak değildir. Bu ibadetler hedef değil ana hedefe ulaşmak için birer araçtır. O ulaşılmaya çalışılan ana hedef ise adalet için kavga edebilmek yani zalimlerle karşı karşıya gelebilmektir. Tabii önce kendin zalim olmamayı başaracaksın. Yani kendin zalim olma ki zalimlerle kavga edebil diye bu ritüeller gerçekleştirilir. Şimdi geldik o konuya.

Tamam. “Kendimle mücadelemde tekerliği yeniden icat etmeme gerek yok, bir Kutsal Kitaba başvurayım” dedin ve İslamiyet ile tanıştın. İslamiyet’i kendi konuştuğun dil ile anlatan bir kaynağa ulaştın ve Mekke ve çevresine emredilen ibadet ritüellerine baktın ve namaz, oruç, zekât, kurban başta olmak üzere bütün ibadetlerin hikmetini anladın. Bizzat sana gelmiş gibi uygulamaya başladın. Maşallah. Ama ya ibadetlerin seni ulaştırması gereken yer olan kötülerle mücadele noktasına hiç varamadıysan? Yani o noktaya ulaşmadan ibadet ritüellerini gerçekleştirip durduysan? Yani örneğin hayatın boyunca namaz kıldın ama aynı zamanda hayatın boyunca zalimlerle yan yana olduysan? Bu şu demektir: Sen hiçbir zaman namaz kılmayı başaramamış, sadece ezbere iş yapmanın, aklını kullanmaktan kaçmanın tadını çıkarmışsın. Seni, üzerine vazife olana götürmesi gereken ibadet kavramını, o hedeften kaçabilmek için siper etmişsin. Çünkü, tüm ibadet ritüelleri seni zalimden, yalancıdan, hırsızdan, çeteciden uzak tutmak içindir. Sen, işine öyle geldiğinden ibadet ritüellerini dinin hedefi haline getirerek resmen hakikati elinle eğip bükmüşsün. Vay o şekilde ibadet edenlerin haline!

İşin vahametini tam anlatamadıysam, bir de şöyle anlatayım. Müstakil hedefleri ile birlikte ibadetlerin bazıları şunlardır: Allah’ın yüceliği idrak edip, kendi acizliğini görüp böbürlenmeyesin diye namaz; nefsine, isteklerine hâkim olabilmek için oruç; ihtiyaç sahiplerine yardım için zekât... İbadetlerin toplamanın seni ulaştırması gereken hedef ise kötülerle, zalimlerle karşı karşıya gelip, adaleti gerçekleştirmek. Fakat bırak ibadetlerin toplamının seni götürmesi gereken yeri, ibadetlerin müstakil hedeflerine bile ulaşamıyorsan, ezbere iş yapıyor, ezbere yaptığı iş ile hem ibadetlerin müstakil hedeflerinden hem de toplu hedefinden kurtulmuş sayıyorsundur kendini. Dini de ritüel deryası haline getirip, kendini de o deryada boğmaya çalışıyorsundur.

İlginç bir haberim var: Kur’an’ın hiçbir yerinde ritüelleri belirlenmiş ibadetleri gerçekleştirmeyenler için ne bir cezalandırma hukuku vardır ne de bu sebeple sonsuzlukta cehenneme gideceğine dair bir bilgi vardır.

Eğer “Şu ibadeti yapmayan dünyada şöyle cezalandırılır. Ahirette de cehenneme gider.” diye bir şeyler duyuyorsanız, o duyduğunuz şeyler zaman içinde din ile ilgilenmiş insanların işgüzarlık üstüne işgüzarlık yaparak uydurdukları şeylerdir. Nedense bu tip işgüzarlıklar, Kur’an’ın mesajından daha fazla ilgi çekiyor ve akılda kalıcı oluyor.

Oysa ki Kuran’da sonsuzluğu kaybedecekler açıkça bildirilmiştir. Örneğin:

Zalimler (Araf\41), Zalimlere destek olanlar (Hud\113), Başkalarını Allah'ın yolundan çevirenler ve onu eğri, dolambaçlı göstermeye çalışanlar, ahiret hayatının gerçek olduğunu kabule yanaşmayanlar (Araf\45), Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanlar (Tevbe\34), Büyüklük taslayanlar (Zümer\60), İftira atıp, ayıp arayanlar (Hümeze\1)…

Not: Müddesir 40’da geçen namaz(salat) ifadesinden ne kastedildiğinin açıklamasını araştırabilirsiniz.

Dikkat ettiniz mi, hep ibadetlerin insanı getirmesi gereken olan nokta olan iyi insan olmayı başaramamış veya kötülerle mücadele edememiş insanlardan bahsediyor ayetler. Namaz kılmayanlar, oruç tutmayanlar, zekât vermeyenler demiyor.

Hayır bir de şunu merak ediyorum: “Şunu yapmayan şöyle yanar. Bunu şu şekilde yapmayan böyle yanar” diye kural koyma işgüzarlıklarını yapanlar Hz. Peygamberi nasıl değerlendiriyor acaba? Çünkü Hz. Peygamberin hayatına baktığımızda günümüzde yasa gibi söylenen ibadet ritüellerine öyle öyle sıkı sıkıya bağlı kalarak gerçekleştirmediğini görüyoruz. (Örneğin: Bakınız Ebû Dâvûd, Salat: 274; Müslim, Salat-ül Müsafirin: 5 ve Namaz vakit ve rekât sayısı tartışmalarına ayrıca Bakınız Hz. Peygamberin 3 kere Hac yapabilecekken sadece 1 kere yapmasına).

Evet gelelim Hac konusuna.

Az önce namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerin hikmetinden bahsettik. Bir insanın bunlardan haberi yoksa bile eğer kendini terbiye etmek istiyor, günahlardan uzak durmak istiyorsa bunlara benzer şeyleri gerçekleştirmesi gerekiyor, dedik. Bu konuda tekerliği yeniden icat etmek yerine Kutsal Kitaplara erişimi varsa, Kutsal Kitaplara başvurarak iyi insan olma amacına nasıl erişeceğini öğrenebilir. Örneğin, Kutsal Kitapların sonuncusu, Mekke ve çevresine inen son Kutsal Kitap olan Kur’an-ı Kerim, bu niyetteki kişiye yol gösterecektir, diye de ekledik.

Tamam. İslam literatürünü kendi dilimizle anlatan kaynaklardan okuduk ve bütün ibadetlerin hikmetini anladık. Gerçekleştiriyoruz. Bu sayede zalimlerle karşı karşıya da geliyoruz. Peki hac ne olacak? Haccın hikmeti nedir? Üstelik ibadet için bir konum da belirlenmiş.

Hac, Kur’an’da Mekke ve çevresinin gücü yetenlerine (Âl-i İmran/97) yılın belli zamanlarında toplanıp, toplu olarak ibadet gerçekleştirmesi için emredilmiş bir ibadettir. Bu vesileyle tanışma, istişare ve yardımlaşma gerçekleşmektedir. Ama Mekke ve çevresinde yaşamayanlar bunu nasıl hayatına uyarlayacak? Oraya girmek zorunda mı?

Haccın hikmeti Allah’ın yüceliğini idrak edebilen insanların toplu ibadet etme, yalnız olmadıklarını hissetme, yardımlaşma, fikir alışverişi faaliyetidir. Yani hikmeti bağlamında sempozyumlar, soru-cevaplar, yardımlaşmalar, toplu ibadet ile birlik olunduğunun hissedilmesidir. Birçok şeyi tek başına yapamazsın. Birlikten kuvvet doğar. İslamiyet’te de Hac ibadeti Mekke ve çevresine bunları sağlar. Fakat bu hikmete ulaşabilmek için Hac ibadetini illaki Kabe’de gerçekleştirmek gerekmiyor. Kâbe konumu Mekke ve çevresi için belirlenmiştir. Kendi yaşam alanlarında da bunu yapabilir insanlar. Zaten toplu ibadet ederek, birlik olarak yapmış oluyorsunuz. Onun için aynı diğer ibadetler gibi, Hac gibi bir ibadeti yapman gerektiğini anlamak için de illaki Kur’an’dan haberdar olmana gerek yok. Toplu ibadet, tanışma, yardımlaşma, fikir alışverişleri, soru cevaplar için yılın belli zamanlarında toplanılması gerektiğini kendin düşünerek de bulabilirsin; aynı namaz, oruç, zekâtı duymamış olsan bile buna benzer şeyler yapman gerektiğini bulabileceğin gibi.

Ama Hac ibadeti ile ilgili “Bu ibadet, günümüzde yaşayan ve hak ehli olma niyetindeki herkesin illaki Kabe’de gerçekleştirmesi gereken görevidir” derseniz, bunun hikmetini açıklayamazsınız.

Eğer ayetleri çok fazla üzerinize alınırsanız, birçok ayetin hikmetini anlayamaz ve vazgeçersiniz. İşte onun için yazının başında ayetleri çok mu fazla üzerinize alınıyorsunuz acaba dedim. Hac ayetleri, Hz. Peygamber zamanında Mekke ve çevresinin yılda bir sefer nasıl toplu ibadet yapacağını, buluşup yardımlaşacağını gösteren ayetlerdir. 1400 yıl önceki Mekke ve çevresine bir yönergedir. Bunu örnek alarak sen de Hac ibadetini hikmetine ulaşmak için faaliyette bulunabilirsin ama “bu ayetler ritüel olarak günümüzde herkes için geçerlidir” dersen, sorulara cevap veremezsin. İşin içinde çıkamaz, itiraf etmesen de yavaş yavaş vazgeçmeye başlarsın.

Vazgeçmekten kastettiğim, Kutsal Kitapları bir kaynak olarak almaktan vazgeçmedir. Yoksa mantığını anlayamadığınız hiçbir şeyi kabul etmiş sayılmazsınız zaten. Kendinizi kandırırsınız. Zaten onun için dine yönelen insanlara baktığında risk alamayan kitlelerle karşılaşıyorsun. Başını belaya sokmaya cesaret edemiyorlar. Çünkü akıl, mantık ile çalışır ve mantığını kuramadığın hiçbir şeyi en temelde kabul etmiş sayılmazsın ve fedakârlık yapmak da istemezsin. Bireysel bu kadar ibadet eden insan varken, kötülerin ve kötülüğü halâ daha devam etmesi bundandır. Yine örgütlü dindarlığın belki büyük kısmının da belli bir zaman sonra yağmacılığa dönüşmesi yine bundandır. “Allah’ın kelamını yayma” kisvesi altında sayıyı arttırıp birbirini kayırma… Klasik örgütlü yağmacılık. Elbette her örgütlenme için geçeli değilse de yaşanan şeylerin çoğunlukla bundan ibaret olduğunu sen de biliyorsun. 

Neyse.

Hac ibadetine geri dönelim ve çok ilginç bir şeyle karşılaşalım. Hac aynı tüm kutsal kitaplarda olduğu gibi, son Kutsal Kitaplı din İslamiyet’te de emredilmiştir, çok fazla uyarı ile beraber.

“Çok fazla uyarıyla beraber mi? Neden?”

Çünkü Hac ibadeti putperestliği ortaya çıkaran şeydir. Onun için emir, uyarıları ile birlikte gelmiştir.

Putperest olma nedir? Neden hac bunu ortaya çıkaran şeydir?   

Bunların cevabını alabilmek için kitaplı dinlerin çıkışına bakmamız gerekiyor. O zaman 1400 yıl öncesine Hz. Peygamber’in “Allah’tan başka ilah yoktur” (Arapça, Lâ ilâhe İllallah) dediği ana dönelim ve yazının yarısını kaplayan bu upuzun girişten sonra ana konumuza başlayalım.

Neden Mekkelilerin büyük bir kısmı “Allah’tan başka ilah yoktur” lafından bu kadar rahatsız oldu? Neden bunu diyeni hatta sadece diyen bir kişiyi de değil, diyenlerin hepsini öldürmeye kalktılar?

Ateist oldukları için mi?

Tabii ki de hayır. Tanımı gereği ateist olabilme diye bir şey günümüzde dahi mümkün değilken, o zaman öyle bir şey nasıl olsun? Putperestler de herkes gibi ölümüne inançlıymışlar.

İbadet etmek istemedikleri için mi? Hz. Peygamber namazı, orucu icat etti de Mekkeli putperestlere zor geldiği için mi?

Yine hayır. Mekkeli putperestler namaz, oruç, kurban gibi ibadetlerin tamamını zaten biliyor ve uyguluyorlarmış. Yani Mekkeli müşrikler namazında, niyazında insanlarmış ki, zaten gelen hiçbir ayet yoktur ki akabinde insanlar “Bu ne demek?” diye sormuş olsun. Yani namazı da orucu da ve diğer tüm ibadetleri de biliyor ve uyguluyorlarmış.

İyi de o zaman neden savaştılar? Neden birbirlerini öldürdüler?

Neden savaştılar sorusunu açıklayabilen birine ben rastlamadım. Belki vardır da ben görememişimdir. Kendisini Müslüman sayana sorsan, adam Peygamber’in namazı, orucu, zekâtı icat ettiğini, Mekkeli putperestlerin “Muhammed namaz, oruç diye bir şeylerden bahsediyor. Biz ibadet etmeyiz, bize zor gelir. Hadi onu öldürelim” falan dediğini sanıyor. Fakat, dediğimiz gibi, Mekkeli müşrik denilen insanlar namaz, oruç, kurban başta olmak üzere bütün ibadetleri eksiksiz yerine getiren çok dindar insanlardı.

İslamiyet’in yanlış olduğunu ispatlamaya kendi vakfetmiş insanların açıklamasına baktığında ise onların dünyevi çıkarları gerekçe olarak aldıklarını ve “Muhammed iktidarı ele geçirmeye çalıştı” dediklerini görüyorsun.

Hayır, bu da doğru olamaz. Çünkü Hz. Peygamber ilk ortaya çıktığında zaten, “Vazgeçsin. Kendisine para, makam, unvan ne istiyorsa vereceğiz” demişler. Üstelik savaş meydanından karşı karşıya gelip birbirini kesmeye çalışan aynı aileden insanlar var. Yani aynı ailenin, aynı gelir seviyesinin insanları bunlar. Yani dünyevi çıkar, iktidar savaşları ya da zenginlik, fakirlik gibi kavramları da gerekçe olarak gösteremezsin.

Peki neden savaştı bu insanlar? İki taraf da inançlı, iki taraf da dindar, iki taraf da aynı sosyal statüye, aynı gelir durumuna hatta kan bağına sahip insanlar.

Neden “Allah’tan başka ilah yok” lafı bu kadar tahrik etti?

Bunu yanıtlayabilmek için Putperestlik denilen şeyin tam anlamıyla tanımını yapmamız lazım. Bunu yaptığımızda yanıt da kendiliğinden gelecek zaten.

Putperestlik, konum bağımlı Tanrı inancıdır. Bir inancı putperestlik noktasına taşıyan şeyin inanılan Tanrıların birden fazla olması olduğu söylense de aslında bunun arkasında başka bir şey daha vardır. O da inandıkları Tanrıların konum bağımlı olması durumudur. Eğer putperestlik konum bağımlı Tanrı inancı ise, ibadetleri yerine getirmek isteyen kişinin o konuma gitmesi gerekmektedir. İşte bütün mesele buradan çıkıyor. Çünkü o konuma gitmesi demek, ister istemez o konuma para götürmesi demektir. O zamanın uyanık Mekkelilerini Kabe’ye gelen ziyaretçilerin sayısı tatmin etmemiş olacak ki, işi daha da geliştirip, putlar yani konum bağımlı Tanrılar icat edip Kâbe ve çevresini onlarla doldurmuşlar. Tabii tek uyanık onlar değil. Oraya gidip ibadet ederlerse isteklerinin mutlaka yerine geleceğini zanneden ama aslında ava giderken avlanan uyanıklardan da bahsetmemiz gerekiyor. Bu şekilde Ortadoğu’dan Afrika’ya, çeşit çeşit coğrafyalardan insanlar o tanrılara ibadet edebilmek için kervanlarla oraya gelmeye ve dolayısıyla para getirmeye başlamışlar. İşte onun için, “Allah’tan başka ilah yoktur” sözü onlar için kabul edilemez, döndürdükleri çarka çomak sokacak bir şeydi. Çünkü “Allah’tan başka ilah yoktur” sözünün genişletilmiş hali “Allah’tan başka ilah yoktur. O, zaman ve konum bağımsızdır” şeklindedir. Biraz daha genişletilmiş hali ise, “Allah’tan başka ilah yoktur. O, zaman ve konum bağımsızdır. Dolayısıyla ona ibadet etmek için hiçbir yere gitmek zorunda değilsiniz” şeklindedir. Çünkü Tek ilah inancı, “O, hiçbir şeye benzemez” diyerek gelmiştir (Şura\11).

Kervanları kaçıracaktı bu inanç. Kabe’deki konum bağımlı Tanrılara ibadet etmek için gelen kervanların gelmesine gerek kalmayacaktı. Para dolu kervanlar elden gidecekti. Bu düzeni inşa eden insanların bir şey yapması gerekiyor, inanç istismarı üzerine kurdukları düzenin devam edebilmesi için Hz. Peygamberi bu işten vazgeçirmeleri gerekiyordu. Onlar da bir insana teklif edilebilecek her şeyi Hz. Peygamber’in önüne koydular. “Düzenimizi bozma. Ne istiyorsan vereceğiz” dediler. Reddedilince de öldürmeye çalıştılar.

Yani yaratıldıklarına inanacaklar diye kavga çıkarmadılar. Zaten inanıyorlardı.

Namaz kılacaklar, oruç tutacaklar diye de kavga çıkarmadılar. Bunları zaten “şekilsel olarak” fazlasıyla yapıyorlardı.

Aynı şekilde iktidarı Hz. Peygamber alacak, güçlenecek diye de kavga çıkarmadılar. Zaten bunu da teklif etmişlerdi.

İstismar duracak, düzen yıkılacak, Hz. Peygamber kervanları kaçıracak diye kavga çıkardılar.

Tam bu noktada cevaplandırılması gereken bir soru daha karşımıza çıkar:

“E peki Hac ibadeti var. Günümüzde onun için de insanlar Mekke’ye gitmeye çalışıyor. Allah’ı konum bağımlı yapamamış olsalar bile ibadeti konum bağımlı yapmış oluyorlar. Bu da yanlış değil mi? Sonuçta Mekkeli Araplar bu ibadetten çok fazla zengin oluyor. Çünkü kervanlar yine gelmiş oluyor.”

Az önce kısmen cevaplandırdık ama şimdi tam açalım bu konuyu. Hac ibadeti toplanma üzerine kurulu olduğu için mecbur konum bağımlıdır. Fakat dünyada bir konuma bağımlı değildir. Mekke ve çevresi için Kâbe olarak belirlenmiştir. Hatta ilk inşa edilirken de Hz. İbrahim’e “bana hiçbir şeyi ortak koşma” denilerek uyarıda da bulunulmuştur (Hac\26). Bu uyarıyı “beklentin konumdan olmasın” ya da “konuma kutsallık atfetme” şeklinde düşünülebilirsiniz. Bu noktada, Dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan insanlar kendi yaşam alanlarına göre konum belirleyebilir. Yani Allah’ın, Mekke ve çevresi için bir konum belirlemesi, diğer insanlara örnek olabilir.

Eğer ayetleri çok fazla üzerine alınan günümüz insanlarının yaptıklarına bakar ve Dünyanın neresinde olursa olsun, Kabe’ye gitmek için sıraya giren insanları görürsen evet, “Mekkeli putperestlerin kervanları çekmek için kurdukları sistem yıkılmış ama kervanları çekecek bir ibadet yine bırakılmış” gibisinde bir sonuç çıkarabilirsin. Ama az önce uzun uzadıya açıkladığımız gibi, her insanın ulaşması gerektiği ana hedeflerin ne olduğunu, bunun için ibadet etmesi gerektiğini, Kitaplı dinlerde bu ibadetlerin zaten açıklandığını ama herhangi bir cezalandırma söylemediğini, cezalandırmanın ana hedefe ulaşamama durumunda gerçekleşeceğinin söylendiğini, bu noktada Kutsal Kitapların zaten Peygamberlerin özeli olup kendi muhatap olduklarını uyarması için bir rahmet olarak geldiğini, ibadet ritüellerine de bu şekilde bakman gerektiğini, Kitaplı dinlerden haberin olmasa bile ibadetlerin hikmetine ulaşabilmek ve en sonunda da zalimlerle karşı karşıya gelebilmek için kendi belirlediğin ritüelleri gerçekleştirebileceğini göz önüne alırsan bir sıkıntı yaşamaz ve dersin ki: Hac ibadetinin Kâbe’de yapılması, Hz. Peygamberin zamanında, Mekke ve çevresinde yaşamış kavmi için geçerlidir. Haccı yani toplanmayı, toplu ibadeti, sempozyumları, yardımlaşmayı kendi muhitinde de yapabilirsin. Yapmalısın da. Nasıl ki Kâbe, Mekke ve çevresinde yaşayanlar için toplanma yeri olarak belirlenmişse, sen de kendi muhitinde bir nokta belirleyebilir ve o belirlediğin yerde toplanma, Allah’a yönelme, yardımlaşma, toplantı yapabilirsin. Yani Hac ibadeti, kervan toplama bağlamında putperestlik ile aynıdır denilemez. Kâbe, Mekke ve çevresi için belirlenmiş bir yerdir. Üstelik belirlenirken, Mekke ve çevresinden sadece durumu olanlar iştirak etsin diye de belirtilmiştir. (Âl-i İmran/97)

Ha ama birisi “Ben namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri Kur’an’da anlatıldığı gibi yaptığım gibi, Hac ibadetini de Kur’an’da anlatıldığı gibi Mekke’de Kâbe’de yapmak istiyorum” derse. Ben de “Yaparsan yap. Kime ne” derim. Ben sadece “mecbur değilsin” diyorum. “Allah tüm insanlığı Mekke’ye gitmeye mecbur etmemiştir” diyorum. Sen mecbur edilmediğini, Kâbe’nin Mekke ve çevresi için Hac yeri olduğunu bil. Bil ki aklına “İnsanlar bunlara mecbursa, neden Kur’an Arapça? Tüm insanlar neden Mekke’ye gitmek zorunda?” gibi sorular düşmesin. Ayrıca şunu da eklemek isterim: “Buraya gidersem Allah kesin isteklerimi karşılar” diyerek gidersen, Allah’a puta tapar gibi tapmış olursun. Bunu da unutma.

İnsanlara, Allah’ın insanlardan namaz, oruç, Kâbe’de Hac gibi beklentisi varmış gibi anlatıyorlar. Anlatmasalar bile Şeytan’ın fısıldaması ile genele yayılmış bu şekilde yanlış bir şartlanmışlık yaşıyor ve çelişkiye düşüyor insanlar. Halbuki mantığını çözmeye çalışarak baksalar, çelişki diye kafalarını kurcalayan şeylerin yanlış şartlanmışlığın bir neticesi olduğunu görecekler. Yazı boyunca defalarca, mecbur olduğun ve yapmazsan Cehenneme gideceğin şeyleri yazdım. İbadet ritüelleri yok orada. Çünkü ibadet etmede amaç ibadetin hikmetine ulaşmaktır. İbadet etmeye, kendini kısıtlamaya mecbursun çünkü zalimlerle kavga etmeye mecbursun. Ama Allah ibadetlerin yapılış şekilleri ile insanı dar kalıplara sokmamış ona yol göstermiştir.

Zaten Hz. Peygamberin hayatına baktığımızda da bunun yansımasını aynen görüyoruz. Çünkü sanılanın aksine Hz. Peygamber ritüellere sıkı sıkıya bağlı bir insan değildi. Günlük namazında hem namazın sayısında hem de kılış şeklinde farklı davranışlar sergilediğini, Hac konusunda da 3 kere gidebilecek durumu varken sadece 1 kere gittiğini biliyoruz. “Peygamberin Sünneti” diye aktarılan sağ elle şunu yapardı, sol elle bunu yapardı, sağ ayakla girerdi, sol ayakla çıkardı gibi bilgilerin tamamı uydurmadır. “Geleneksel İslam” diye adlandırılabileceğimiz ekol, zaman içinde uydura uydura, masa başında içerik ürete ürete Hz. Peygamberi öyle bir noktaya getirmiş ki, hayatı boyunca ritüel takip eden bir insan çıkarmış ortaya. Bunun gerçeklerle hiçbir alakası yoktur. Farzların gerçeklenmesinde dahi son derece esnek olan bir insana böyle şeyleri yakıştırmak ona iftira atmaktır, kabul edilemez bir şeydir. Çünkü, “yatarken şöyle yapardı, kalkarken böyle yapardı”ları, dinin kendisi, uyduğu zaman da “dini bir şey yapıyorsun” diye empoze ettiğinde insanlara 2 noktada büyük zarar verirsin. Bunlardan birincisi, bu şekilde insanları boğar ve takıntılı hale getirisin, yani psikolojisini bozarsın. İkincisi ise insanların, bunları gerçekleştirdikçe sınanma dünyasında görevlerinin bittiğini zannetmelerine ve dinin özünü kaçırmalarına sebep olursun.

Sadece İslamiyet için söylemiyorum bunu, insanlar, kitaplı dinleri ibadet ritüeli gerçekleştirme içeriği zannediyor. Ve bununla da işin bittiğini sanıyorlar. Hayır! Hak din, hırsızlıkla, çetecilikle, adam kayırmayla, nekrofiliyle yani gerek vefat etmiş gerek Kutsal olanın istismar edilmesiyle mücadele gibi faaliyetlerle yaşanabilecek bir şeydir. Sağ elle şunu yap, sol elle bunu yap gibi şeylerle değil. Zaten bunların kaynağı da yoktur. Zamanla her gelen bir şeyler eklemiş, hurafeden ibaret koca bir içerik çıkmış. Kolay olduğu, aklını kullanma olmadığı için de insanların hoşuna gitmiş. Hemen de benimsemişler. Böyle böyle dinin özünü göremez olmuşlar. Belki de bazı insanlar asıl vazife olandan kaçmayı sağladığı için tutunmuş bunlara. Sözün özü, ritüel uydurma ve bu ritüelleri yayma ve insanların benimsemesinin zararı sandığınızdan daha büyüktür.

Dedik ki: “İbadet etmede amaç ibadetin hikmetine ulaşmaktır. İbadetlerde, Allah seni ritüellere mecbur etmemiş ama yol göstermiştir.” Ama 2 konu var ki, onlarda mecbur etmiş ve akabinde cezalandıracağını söylemiş. Bunlar: Bir, zalim olmayacaksın; iki, zalimlere destekçi olmayacaksın. İşte bu koca yazının ana fikri bu: Üzerinde “zalim olma” veya “zalimlere destekçi olma” sıfatları olmasın hangi ibadeti nasıl yaparsan yap. Zaten ne yaptıysan doğru yapmışsındır. Ama günün sonunda üzerinde bu sıfatlar varsa ne yapmış olursan ol, yanlış yapmışsındır.

Bitirmeden önce Müşriklik kavramına ve Putperestlik ile Müşriklik arasındaki ince farka da değinelim.

Putperestlik, yöneldiğiniz İlah’a konum atamadır. Hatta ibadetinize konum atamayı da buna ekleyebiliriz. Günümüzün putperestleri evinde heykel ya da resim olan insanlar değildir. Evinizde, resim heykel de barındırabilirsiniz. Ressam, heykeltraş da olabilirsiniz. Mezarlıkları saygı, anma bağlamında ziyaret de edebilirsiniz. Bunların hiçbirisi sizi putperest yapmaz. Sizi putperest yapacak şey, Allah’ı konum bağımlı hale getirmektir. Artık o konumdan beklenti içine girmeniz, o konuma kutsallık atfetmenizdir. Örneğin tövbe etmek için bir kişinin yanına ya da bir yere gitmeniz gerektiğini zannediyorsanız, bu şekilde arınacağınızı düşünüyorsanız ya da örneğin Kabe’ye giderek, Allah’ı borçlu bıraktığınızı, karşılığında da isteklerinizin yerine getirileceğini düşünüyorsanız, evet Allah’a puta tapar gibi tapıyorsunuzdur. İnsanı putperest yapan şey budur. Bu inancın zararı ise şudur: Örneğin birisi, zarar verdiği insanlardan özür dileyip, zararlarını karşılama yoluna gitmek yerine, bu şekilde günahlarının affedileceğini sanıyorsa aslında yaptıklarıyla yüzleşmekten kaçmak için dini kendine siper olarak kullanıyordur. Bu kısa yol inancı kişinin zalimliğini daha da artıracaktır. Burada putperestin isteği ahirete yönelik ise putperest olarak kalır. Eğer konum bağımlı Tanrıdan isteği dünyalık ise putperestliğinin yanına Müşriklik de eklenecektir. Çünkü insanı Müşrik yapan şey, kişinin dünyalık peşinde olması, dünyevi isteklerini yerine getiren bir ilah inancına sahip olmasıdır. Bunu Allah’tan istiyor oluşu, kişiyi şirkten uzak tutmaz. Eğer sen zenginleri kıskanıyor ve zengin olmayı istiyorsan, bunu Allah’tan istemen seni şirkten alıkoymaz. Çünkü seni iktidarı elde etmiş bir insan da zengin edebilir. Ne olacak o zaman? Allah’tan istemene gerek kalmayacak. Allah’tan istemenin kıstası O’nun rahmetinden istemedir. Ahiret amaçlı istemedir. Zenginliği de başarıyı da ahiret amaçlı istemedir. Ve adaletsizliği istememedir. Eğer senin zengin olman başkasının fakirleşmesi ise senin aslında istediğin şey adaletsizliktir. Ya da örneğin sınavda başarılı olmayı istiyorsan ve senin başarılı olman için sana yapılacak kayırma başkasına başarısızlık olarak dönecekse, burada da istenen şey adaletsizlikten başka bir şey değildir. Bunu isteme yine şirk kapsamındadır. Ayrıca sana soruları vererek birileri seni sınavda başarılı yapabilir. O zaman ne yapacaksın dua etmeyi bırakacak mısın? Evet bırakacaksın. Allah’a çok da ihtiyacın yok artık değil mi!

Allah’tan isterken, “Ben bunu kıskançlıktan mı istiyorum?” diye ya da “Bunu sadece Allah’tan mı isteyebilirim?” şeklinde kendimizi bir sorgulayıp öyle yönelelim. Putperestlik, Müşriklik 1400 yıl öncesine ait kavramlar değildir.