|
Kutsal Kitapların Allah’ın vahiyleri olduğuna iman eden insanlar, acaba Kutsal Kitapları biraz fazla mı üzerlerine alınıyorlar? Kutsal Kitaplar, Peygamberlerin özelidir. Muhatabı
peygamberler ve dolaylı olarak da peygamberlerin birebirde muhatap olduklarıdır.
Örneğin Kur’an-ı Kerim Mekke ve çevresini uyarması için Muhammed(as) Peygambere
inmiştir (Enam/92). Kendisi ve muhatap oldukları Arap olduğu için de Arapça
inmiştir (Yusuf/2). Çünkü vahiy tecrübesinin ana hedefi, bir Peygamberin
kavmini hakka davet etmesidir. Fakat yine de Kutsal Kitaplar sadece, Peygamberlerin
birebirde muhatap olduklarını hak yola davet etmek için söylemesi ve yapması gerekenlerle
alakalı ayetlerden ibaret olmak zorunda değildir. Çünkü, dediğimiz gibi, Kutsal
Kitaplar Peygamberlerin özelidir dolayısıyla bir peygamberin arkadaşları
hakkında da ailesi hakkında da ayetler olabilir. Ya da günlük hayatta yaşadığı hiç
kimseyi ilgilendirmeyen bir sorun ile ilgili de ayet olabilir. Allah böyle
şeyleri bildirmekten çekinmez (Ahzab/53). Tabii böyle dedikten sonra, yanıtlamamız gereken 3 soru
karşımıza çıkar. 1. Bize niye ayetler gelmiyor? O insanlara geliyor da bize
niye gelmiyor? Burada bir adaletsizlik yok mu? Hayır yok çünkü ilham yoluyla sana da ayetler geliyor merak
etme. Bir insanın vahiy ile muhatap olması 2 şekilde gerçekleşebilir: İlham
yoluyla ya da Cebrail(as) yoluyla (Şura/51). İkinci yol son Peygamberin(as)
vefatından sonra tamamen kapanmıştır. Neden kapanmıştır? Bilinmez. Öyle takdir
edilmiş. Bilmenin bize katacağı çok bir şey olduğunu da zannetmiyorum zaten.
Bilmemiz gereken ortada bir adaletsizliğin olmadığı gerçeğidir. Çünkü her insanda
sınanmasında doğruyu tercih edebilmesini sağlayan gerekli donanım, Fıtrat
(Adalet Terazisi) vardır. O da insanın doğruyu yanlışı ayırt etmesini sağlar. Yeter
ki akledebilsin. Bunun yanı sıra hak ettiği ölçüde insan Allah’ın rahmeti
bağlamında ilham yoluyla vahiy de alabilir. Tabii bunun sonucunda, ona uygun olacak
ağırlıkta sınanacaktır da. Eğer Cebrail(as) vasıtasıyla vahiy alırsa sınanma ve
sorumluluğu çok daha büyük olacaktır. Daha doğrusu olmaktaydı. Artık böyle bir
şey söz konusu değil. Yani merak etmeyin her şey adaletle ilerlemektedir.
Adaletsizliğin olmadığı, kimsenin fazladan kayırılmadığı sana adalet günü
gösterilecek zaten. 2. Peki o zaman Peygamberlerle doğrudan muhatap olmadığımız
için Peygamberlere vahiy ile gelen ayetlerden sorumlu olmuyor muyuz? Mesela Kur’an’dan
sorumlu olanlar sadece Mekke ve çevresi mi? Hem evet hem hayır. Evet. “Hatta sadece Peygamberin zamanında Mekke ve
çevresinde yaşamışlar, şu anda yaşayanlar bile değil.” diyebiliriz. Zaten ne
Peygamber’e “Sana gönderdiğimiz ayetleri bir yerlere yaz ya da yazdır ki
gelecek nesiller de okuyabilsin” diye bir emir gelmiştir. Ne de Hz. Peygamberin
kendi başına böyle bir teşebbüste bulunduğu kayıtlıdır. Dolayısıyla Kur’an-ı
Kerim sadece Peygamber’in yaşadığı zamanda ve sadece Mekke ve çevresini uyarmak
için Allah’ın rahmeti olarak gelmiştir. Hayır. Sana ilginç bir şey söyleyeyim: Sen yine de Kur’an’da
yazanlardan sorumlusun. Çünkü Kur’an’da yazanlar hiçbir şeyde söylenmemiş
şeyler, “Kur’an’da okumasam hayatta aklıma gelmezdi” diyeceğin şeyler değildir.
Vahiy yoluyla gelen ayetler ile birlikte gelen sorumluluk, kötü
olmamak ve kötülerle mücadele etmektir. Yani verilen hayat şansında herkesin ulaşması
gereken yegâne hedef, kendin kötü olmayacaksın, bu yetmez, bir de kötülerle
mücadele edeceksin. Bunu yapmak için illaki bir Peygamber ile muhatap olmana
veya Kutsal Kitaplardan haberdar olmana gerek yok. Bunu bu noktada tekrardan söylemeliyim: Herkeste fıtrat (adalet terazisi) vardır ve o da sana yapman gerekeni
söylemektedir. Bunun yanı sıra, eğer sende o çaba varsa yani bunu hak
ediyorsan, Allah katından bir rahmet olarak ilham yoluyla vahiy de alırsın,
farkında olmadan. Elbette bir Kutsal Kitaptan haberdar olmuş, o Kitapta yazılanları
konuştuğun dile çevrilmiş haliyle okumuş ve oradaki emirlere uyuyorsan ne mutlu
sana. Uymaya devam et. Tabii uyarken o ayetlerin ilgili Peygamberin özeli
olduğunu, asıl olarak kavmini uyarmak için gönderildiğini, dolayısıyla okuduğun
her ayeti mutlaka bağlamı ile değerlendirmen gerektiğini aklından çıkarmadan
devam et uymaya. Ama hiç haberdar olmamışsan da eğer doğru bir insan olma
çabası içindeysen ister istemez orada yazılanlara uyuyorsun demektir. Örneğin adaletin önleyici mahiyette ve kısas temelli cezalandırma
hukuku ile sağlanacağını görmen için illaki Kutsal Kitaplardaki ayetleri
okumaya ihtiyacın yok. Kendin tefekkür ederek de bunu anlarsın. Örneğin ben
öyle yaptım. Önce bunu düşündüm. Daha sonra acaba daha önceki vahiylerde bu var
mı diye baktım. Kur’an’da hem kısasın olduğunu (Bakara/179) hem de önleyici
mahiyette olduğunu, bunun Bilge İnsan(as) ile Musa(as) kıssasında geçtiğini
gördüm (Kehf/ 80-81). Ama o ayetleri okuduğum için bu sonucu çıkarmadım. Kendim
bunu kafamda oluşturduktan sonra baktım ve gördüm. Çünkü, dediğim gibi, her
insanda fıtrat yani adalet terazisi var ve o da sana hakikati söylemektedir. Yeter
ki onu dinlemeyi başarabilsin insan. Ek olarak ilham yoluyla vahiy de peşi sıra
gelecektir. (Allahualem) Zaten bizzat Kur’an, herkesin, Peygamber ya da Kutsal
Kitaplar yolu ile uyarılmasına gerek olmadan, doğayı gözlemleyerek Allah’ın
yüceliğini takdir etmekle mükellef olduğunu söyler (Enam 76-79) (Bkz. Maturidi
Ekolü). Mükellef olması için bir peygamber ile muhatap olmasına ya da
birilerinin gelip ona Peygamberlerden, Kutsal Kitaplardan bahsetmesine gerek
yoktur. 3-) Peki o zaman ibadet ritüelleri ne olacak? Örneğin İslam
literatüründe belirlenmiş bir sürü ibadet ritüeli var. Onlara uymak zorunda
değil miyiz? İbadet, en temelde fedakarlıktır. Bu da kendinle mücadeleni
sağlayan şeydir. Kendinle mücadele ve kötülerle mücadele olarak ikiye ayırmış
olduğumuz görevlerimizin, birincisini, kendimizle mücadele etmemizi, kötü
olmamamızı sağlayan şeydir ibadet. Allah’ın yüceliğini idrak edebiliyor ve
hayatının bir parçası yapabilmişsen; yememen, içmemen, -daha genel manada- elde
etmemen gereken şeyleri biliyor ve yemiyor, içmiyor ve elde etmiyorsan; yardıma
ihtiyacı olana yardımını esirgemiyorsan ne mutlu sana. Bunlar için de
Peygambere ya da Kutsal Kitaba ihtiyacın yok. Nefsi ile mücadele etmesi
gerektiğinin bilincinde olan insanlar, bu mücadelede galip gelecekleri yolları bulacaktır
tefekkür ederek. Ama nefsinle mücadeleyi nasıl yapacağını bilemiyorsan, yapman
gereken şeylerin neler olduğunu kestiremiyorsan ve bunun için bir yardım almak
istersen o zaman bunun nasıl yapıldığının daha önceki kavimlere anlatıldığı
Kutsal Kitaplara başvurabilirsin. Tekerleği yeniden icat etmene gerek yok. Örneğin,
İslamiyet’i incelersin, Hz. Peygamber döneminde Mekke ve çevresine ibadet için
yapılmasının emredildiği namaz, oruç gibi ibadetleri görür hikmetini anlar sen
de tatbik edersin. Allah’ın yüceliğini tekrar tekrar idrak edebilmek için namaz
kılarsın, nefsinle mücadele için oruç tutarsın, yardıma ihtiyaç duyanlara zekât
verirsin. Fakat dinin ana hedefi sana bu ibadet ritüellerini yaptırmak
değildir. Bu ibadetler hedef değil ana hedefe ulaşmak için birer araçtır. O
ulaşılmaya çalışılan ana hedef ise adalet için kavga edebilmek yani zalimlerle
karşı karşıya gelebilmektir. Tabii önce kendin zalim olmamayı başaracaksın.
Yani kendin zalim olma ki zalimlerle kavga edebil diye bu ritüeller
gerçekleştirilir. Şimdi geldik o konuya. Tamam. “Kendimle mücadelemde tekerliği yeniden icat etmeme
gerek yok, bir Kutsal Kitaba başvurayım” dedin ve İslamiyet ile tanıştın. İslamiyet’i
kendi konuştuğun dil ile anlatan bir kaynağa ulaştın ve Mekke ve çevresine emredilen
ibadet ritüellerine baktın ve namaz, oruç, zekât, kurban başta olmak üzere
bütün ibadetlerin hikmetini anladın. Bizzat sana gelmiş gibi uygulamaya
başladın. Maşallah. Ama ya ibadetlerin seni ulaştırması gereken yer olan kötülerle
mücadele noktasına hiç varamadıysan? Yani o noktaya ulaşmadan ibadet ritüellerini
gerçekleştirip durduysan? Yani örneğin hayatın boyunca namaz kıldın ama aynı
zamanda hayatın boyunca zalimlerle yan yana olduysan? Bu şu demektir: Sen
hiçbir zaman namaz kılmayı başaramamış, sadece ezbere iş yapmanın, aklını
kullanmaktan kaçmanın tadını çıkarmışsın. Seni, üzerine vazife olana götürmesi
gereken ibadet kavramını, o hedeften kaçabilmek için siper etmişsin. Çünkü, tüm
ibadet ritüelleri seni zalimden, yalancıdan, hırsızdan, çeteciden uzak tutmak
içindir. Sen, işine öyle geldiğinden ibadet ritüellerini dinin hedefi haline
getirerek resmen hakikati elinle eğip bükmüşsün. Vay o şekilde ibadet edenlerin
haline! İşin vahametini tam anlatamadıysam, bir de şöyle anlatayım.
Müstakil hedefleri ile birlikte ibadetlerin bazıları şunlardır: Allah’ın
yüceliği idrak edip, kendi acizliğini görüp böbürlenmeyesin diye namaz;
nefsine, isteklerine hâkim olabilmek için oruç; ihtiyaç sahiplerine yardım için
zekât... İbadetlerin toplamanın seni ulaştırması gereken hedef ise kötülerle,
zalimlerle karşı karşıya gelip, adaleti gerçekleştirmek. Fakat bırak ibadetlerin
toplamının seni götürmesi gereken yeri, ibadetlerin müstakil hedeflerine bile ulaşamıyorsan,
ezbere iş yapıyor, ezbere yaptığı iş ile hem ibadetlerin müstakil hedeflerinden
hem de toplu hedefinden kurtulmuş sayıyorsundur kendini. Dini de ritüel deryası
haline getirip, kendini de o deryada boğmaya çalışıyorsundur. İlginç bir haberim var: Kur’an’ın hiçbir yerinde ritüelleri
belirlenmiş ibadetleri gerçekleştirmeyenler için ne bir cezalandırma hukuku vardır
ne de bu sebeple sonsuzlukta cehenneme gideceğine dair bir bilgi vardır. Eğer “Şu ibadeti yapmayan dünyada şöyle cezalandırılır.
Ahirette de cehenneme gider.” diye bir şeyler duyuyorsanız, o duyduğunuz şeyler
zaman içinde din ile ilgilenmiş insanların işgüzarlık üstüne işgüzarlık yaparak
uydurdukları şeylerdir. Nedense bu tip işgüzarlıklar, Kur’an’ın mesajından daha
fazla ilgi çekiyor ve akılda kalıcı oluyor. Oysa ki Kuran’da sonsuzluğu kaybedecekler açıkça bildirilmiştir.
Örneğin: Zalimler (Araf\41), Zalimlere destek olanlar (Hud\113), Başkalarını
Allah'ın yolundan çevirenler ve onu eğri, dolambaçlı göstermeye çalışanlar, ahiret
hayatının gerçek olduğunu kabule yanaşmayanlar (Araf\45), Altın ve
gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanlar (Tevbe\34), Büyüklük taslayanlar
(Zümer\60), İftira atıp, ayıp arayanlar (Hümeze\1)… Not: Müddesir 40’da geçen namaz(salat) ifadesinden ne
kastedildiğinin açıklamasını araştırabilirsiniz. Dikkat ettiniz mi, hep ibadetlerin insanı getirmesi gereken
olan nokta olan iyi insan olmayı başaramamış veya kötülerle mücadele edememiş
insanlardan bahsediyor ayetler. Namaz kılmayanlar, oruç tutmayanlar, zekât
vermeyenler demiyor. Hayır bir de şunu merak ediyorum: “Şunu yapmayan şöyle
yanar. Bunu şu şekilde yapmayan böyle yanar” diye kural koyma işgüzarlıklarını
yapanlar Hz. Peygamberi nasıl değerlendiriyor acaba? Çünkü Hz. Peygamberin
hayatına baktığımızda günümüzde yasa gibi söylenen ibadet ritüellerine öyle
öyle sıkı sıkıya bağlı kalarak gerçekleştirmediğini görüyoruz. (Örneğin: Bakınız
Ebû Dâvûd, Salat: 274; Müslim, Salat-ül Müsafirin: 5 ve Namaz vakit ve rekât
sayısı tartışmalarına ayrıca Bakınız Hz. Peygamberin 3 kere Hac yapabilecekken
sadece 1 kere yapmasına). Evet gelelim Hac konusuna. Az önce namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerin hikmetinden
bahsettik. Bir insanın bunlardan haberi yoksa bile eğer kendini terbiye etmek
istiyor, günahlardan uzak durmak istiyorsa bunlara benzer şeyleri
gerçekleştirmesi gerekiyor, dedik. Bu konuda tekerliği yeniden icat etmek
yerine Kutsal Kitaplara erişimi varsa, Kutsal Kitaplara başvurarak iyi insan
olma amacına nasıl erişeceğini öğrenebilir. Örneğin, Kutsal Kitapların
sonuncusu, Mekke ve çevresine inen son Kutsal Kitap olan Kur’an-ı Kerim, bu
niyetteki kişiye yol gösterecektir, diye de ekledik. Tamam. İslam literatürünü kendi dilimizle anlatan
kaynaklardan okuduk ve bütün ibadetlerin hikmetini anladık. Gerçekleştiriyoruz.
Bu sayede zalimlerle karşı karşıya da geliyoruz. Peki hac ne olacak? Haccın
hikmeti nedir? Üstelik ibadet için bir konum da belirlenmiş. Hac, Kur’an’da Mekke ve çevresinin gücü yetenlerine (Âl-i
İmran/97) yılın belli zamanlarında toplanıp, toplu olarak ibadet
gerçekleştirmesi için emredilmiş bir ibadettir. Bu vesileyle tanışma, istişare ve
yardımlaşma gerçekleşmektedir. Ama Mekke ve çevresinde yaşamayanlar bunu nasıl
hayatına uyarlayacak? Oraya girmek zorunda mı? Haccın hikmeti Allah’ın yüceliğini idrak edebilen insanların
toplu ibadet etme, yalnız olmadıklarını hissetme, yardımlaşma, fikir alışverişi
faaliyetidir. Yani hikmeti bağlamında sempozyumlar, soru-cevaplar,
yardımlaşmalar, toplu ibadet ile birlik olunduğunun hissedilmesidir. Birçok
şeyi tek başına yapamazsın. Birlikten kuvvet doğar. İslamiyet’te de Hac ibadeti
Mekke ve çevresine bunları sağlar. Fakat bu hikmete ulaşabilmek için Hac
ibadetini illaki Kabe’de gerçekleştirmek gerekmiyor. Kâbe konumu Mekke ve
çevresi için belirlenmiştir. Kendi yaşam alanlarında da bunu yapabilir insanlar.
Zaten toplu ibadet ederek, birlik olarak yapmış oluyorsunuz. Onun için aynı
diğer ibadetler gibi, Hac gibi bir ibadeti yapman gerektiğini anlamak için de
illaki Kur’an’dan haberdar olmana gerek yok. Toplu ibadet, tanışma,
yardımlaşma, fikir alışverişleri, soru cevaplar için yılın belli zamanlarında
toplanılması gerektiğini kendin düşünerek de bulabilirsin; aynı namaz, oruç, zekâtı
duymamış olsan bile buna benzer şeyler yapman gerektiğini bulabileceğin gibi. Ama Hac ibadeti ile ilgili “Bu ibadet, günümüzde yaşayan ve
hak ehli olma niyetindeki herkesin illaki Kabe’de gerçekleştirmesi gereken
görevidir” derseniz, bunun hikmetini açıklayamazsınız. Eğer ayetleri çok fazla üzerinize alınırsanız, birçok ayetin
hikmetini anlayamaz ve vazgeçersiniz. İşte onun için yazının başında ayetleri
çok mu fazla üzerinize alınıyorsunuz acaba dedim. Hac ayetleri, Hz. Peygamber
zamanında Mekke ve çevresinin yılda bir sefer nasıl toplu ibadet yapacağını,
buluşup yardımlaşacağını gösteren ayetlerdir. 1400 yıl önceki Mekke ve
çevresine bir yönergedir. Bunu örnek alarak sen de Hac ibadetini hikmetine ulaşmak
için faaliyette bulunabilirsin ama “bu ayetler ritüel olarak günümüzde herkes
için geçerlidir” dersen, sorulara cevap veremezsin. İşin içinde çıkamaz, itiraf
etmesen de yavaş yavaş vazgeçmeye başlarsın. Vazgeçmekten kastettiğim, Kutsal Kitapları bir kaynak olarak
almaktan vazgeçmedir. Yoksa mantığını anlayamadığınız hiçbir şeyi kabul etmiş
sayılmazsınız zaten. Kendinizi kandırırsınız. Zaten onun için dine yönelen
insanlara baktığında risk alamayan kitlelerle karşılaşıyorsun. Başını belaya
sokmaya cesaret edemiyorlar. Çünkü akıl, mantık ile çalışır ve mantığını
kuramadığın hiçbir şeyi en temelde kabul etmiş sayılmazsın ve fedakârlık yapmak
da istemezsin. Bireysel bu kadar ibadet eden insan varken, kötülerin ve
kötülüğü halâ daha devam etmesi bundandır. Yine örgütlü dindarlığın belki büyük
kısmının da belli bir zaman sonra yağmacılığa dönüşmesi yine bundandır.
“Allah’ın kelamını yayma” kisvesi altında sayıyı arttırıp birbirini kayırma… Klasik
örgütlü yağmacılık. Elbette her örgütlenme için geçeli değilse de yaşanan şeylerin
çoğunlukla bundan ibaret olduğunu sen de biliyorsun. Neyse. Hac ibadetine geri dönelim ve çok ilginç bir şeyle
karşılaşalım. Hac aynı tüm kutsal kitaplarda olduğu gibi, son Kutsal Kitaplı din
İslamiyet’te de emredilmiştir, çok fazla uyarı ile beraber. “Çok fazla uyarıyla beraber mi? Neden?” Çünkü Hac ibadeti putperestliği ortaya çıkaran şeydir. Onun
için emir, uyarıları ile birlikte gelmiştir. Putperest olma nedir? Neden hac bunu ortaya çıkaran şeydir? Bunların cevabını alabilmek için kitaplı dinlerin çıkışına
bakmamız gerekiyor. O zaman 1400 yıl öncesine Hz. Peygamber’in “Allah’tan başka
ilah yoktur” (Arapça, Lâ ilâhe İllallah) dediği ana dönelim ve yazının yarısını
kaplayan bu upuzun girişten sonra ana konumuza başlayalım. Neden Mekkelilerin büyük bir kısmı “Allah’tan başka ilah
yoktur” lafından bu kadar rahatsız oldu? Neden bunu diyeni hatta sadece diyen
bir kişiyi de değil, diyenlerin hepsini öldürmeye kalktılar? Ateist oldukları için mi? Tabii ki de hayır. Tanımı gereği ateist olabilme diye bir
şey günümüzde dahi mümkün değilken, o zaman öyle bir şey nasıl olsun? Putperestler
de herkes gibi ölümüne inançlıymışlar. İbadet etmek istemedikleri için mi? Hz. Peygamber namazı,
orucu icat etti de Mekkeli putperestlere zor geldiği için mi? Yine hayır. Mekkeli putperestler namaz, oruç, kurban gibi
ibadetlerin tamamını zaten biliyor ve uyguluyorlarmış. Yani Mekkeli müşrikler
namazında, niyazında insanlarmış ki, zaten gelen hiçbir ayet yoktur ki akabinde
insanlar “Bu ne demek?” diye sormuş olsun. Yani namazı da orucu da ve diğer tüm
ibadetleri de biliyor ve uyguluyorlarmış. İyi de o zaman neden savaştılar? Neden birbirlerini
öldürdüler? Neden savaştılar sorusunu açıklayabilen birine ben
rastlamadım. Belki vardır da ben görememişimdir. Kendisini Müslüman sayana
sorsan, adam Peygamber’in namazı, orucu, zekâtı icat ettiğini, Mekkeli putperestlerin
“Muhammed namaz, oruç diye bir şeylerden bahsediyor. Biz ibadet etmeyiz, bize
zor gelir. Hadi onu öldürelim” falan dediğini sanıyor. Fakat, dediğimiz gibi,
Mekkeli müşrik denilen insanlar namaz, oruç, kurban başta olmak üzere bütün
ibadetleri eksiksiz yerine getiren çok dindar insanlardı. İslamiyet’in yanlış olduğunu ispatlamaya kendi vakfetmiş insanların
açıklamasına baktığında ise onların dünyevi çıkarları gerekçe olarak aldıklarını
ve “Muhammed iktidarı ele geçirmeye çalıştı” dediklerini görüyorsun. Hayır, bu da doğru olamaz. Çünkü Hz. Peygamber ilk ortaya
çıktığında zaten, “Vazgeçsin. Kendisine para, makam, unvan ne istiyorsa vereceğiz”
demişler. Üstelik savaş meydanından karşı karşıya gelip birbirini kesmeye
çalışan aynı aileden insanlar var. Yani aynı ailenin, aynı gelir seviyesinin
insanları bunlar. Yani dünyevi çıkar, iktidar savaşları ya da zenginlik,
fakirlik gibi kavramları da gerekçe olarak gösteremezsin. Peki neden savaştı bu insanlar? İki taraf da inançlı, iki
taraf da dindar, iki taraf da aynı sosyal statüye, aynı gelir durumuna hatta
kan bağına sahip insanlar. Neden “Allah’tan başka ilah yok” lafı bu kadar tahrik etti? Bunu yanıtlayabilmek için Putperestlik denilen şeyin tam
anlamıyla tanımını yapmamız lazım. Bunu yaptığımızda yanıt da kendiliğinden
gelecek zaten. Putperestlik, konum bağımlı Tanrı inancıdır. Bir inancı putperestlik
noktasına taşıyan şeyin inanılan Tanrıların birden fazla olması olduğu
söylense de aslında bunun arkasında başka bir şey daha vardır. O da inandıkları
Tanrıların konum bağımlı olması durumudur. Eğer putperestlik konum bağımlı Tanrı
inancı ise, ibadetleri yerine getirmek isteyen kişinin o konuma gitmesi gerekmektedir.
İşte bütün mesele buradan çıkıyor. Çünkü o konuma gitmesi demek, ister istemez
o konuma para götürmesi demektir. O zamanın uyanık Mekkelilerini Kabe’ye gelen
ziyaretçilerin sayısı tatmin etmemiş olacak ki, işi daha da geliştirip, putlar
yani konum bağımlı Tanrılar icat edip Kâbe ve çevresini onlarla doldurmuşlar.
Tabii tek uyanık onlar değil. Oraya gidip ibadet ederlerse isteklerinin mutlaka
yerine geleceğini zanneden ama aslında ava giderken avlanan uyanıklardan da
bahsetmemiz gerekiyor. Bu şekilde Ortadoğu’dan Afrika’ya, çeşit çeşit
coğrafyalardan insanlar o tanrılara ibadet edebilmek için kervanlarla oraya gelmeye
ve dolayısıyla para getirmeye başlamışlar. İşte onun için, “Allah’tan başka
ilah yoktur” sözü onlar için kabul edilemez, döndürdükleri çarka çomak sokacak
bir şeydi. Çünkü “Allah’tan başka ilah yoktur” sözünün genişletilmiş hali “Allah’tan
başka ilah yoktur. O, zaman ve konum bağımsızdır” şeklindedir. Biraz daha
genişletilmiş hali ise, “Allah’tan başka ilah yoktur. O, zaman ve konum
bağımsızdır. Dolayısıyla ona ibadet etmek için hiçbir yere gitmek zorunda değilsiniz”
şeklindedir. Çünkü Tek ilah inancı, “O, hiçbir şeye benzemez” diyerek gelmiştir
(Şura\11). Kervanları kaçıracaktı bu inanç. Kabe’deki konum bağımlı
Tanrılara ibadet etmek için gelen kervanların gelmesine gerek kalmayacaktı. Para
dolu kervanlar elden gidecekti. Bu düzeni inşa eden insanların bir şey yapması
gerekiyor, inanç istismarı üzerine kurdukları düzenin devam edebilmesi için Hz.
Peygamberi bu işten vazgeçirmeleri gerekiyordu. Onlar da bir insana teklif
edilebilecek her şeyi Hz. Peygamber’in önüne koydular. “Düzenimizi bozma. Ne
istiyorsan vereceğiz” dediler. Reddedilince de öldürmeye çalıştılar. Yani yaratıldıklarına inanacaklar diye kavga çıkarmadılar.
Zaten inanıyorlardı. Namaz kılacaklar, oruç tutacaklar diye de kavga çıkarmadılar.
Bunları zaten “şekilsel olarak” fazlasıyla yapıyorlardı. Aynı şekilde iktidarı Hz. Peygamber alacak, güçlenecek diye
de kavga çıkarmadılar. Zaten bunu da teklif etmişlerdi. İstismar duracak, düzen yıkılacak, Hz. Peygamber kervanları
kaçıracak diye kavga çıkardılar. Tam bu noktada cevaplandırılması gereken bir soru daha
karşımıza çıkar: “E peki Hac ibadeti var. Günümüzde onun için de insanlar
Mekke’ye gitmeye çalışıyor. Allah’ı konum bağımlı yapamamış olsalar bile
ibadeti konum bağımlı yapmış oluyorlar. Bu da yanlış değil mi? Sonuçta Mekkeli
Araplar bu ibadetten çok fazla zengin oluyor. Çünkü kervanlar yine gelmiş
oluyor.” Az önce kısmen cevaplandırdık ama şimdi tam açalım bu
konuyu. Hac ibadeti toplanma üzerine kurulu olduğu için mecbur konum
bağımlıdır. Fakat dünyada bir konuma bağımlı değildir. Mekke ve çevresi için
Kâbe olarak belirlenmiştir. Hatta ilk inşa edilirken de Hz. İbrahim’e “bana
hiçbir şeyi ortak koşma” denilerek uyarıda da bulunulmuştur (Hac\26). Bu uyarıyı
“beklentin konumdan olmasın” ya da “konuma kutsallık atfetme” şeklinde
düşünülebilirsiniz. Bu noktada, Dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan insanlar
kendi yaşam alanlarına göre konum belirleyebilir. Yani Allah’ın, Mekke ve
çevresi için bir konum belirlemesi, diğer insanlara örnek olabilir. Eğer ayetleri çok fazla üzerine alınan günümüz insanlarının
yaptıklarına bakar ve Dünyanın neresinde olursa olsun, Kabe’ye gitmek için
sıraya giren insanları görürsen evet, “Mekkeli putperestlerin kervanları çekmek
için kurdukları sistem yıkılmış ama kervanları çekecek bir ibadet yine
bırakılmış” gibisinde bir sonuç çıkarabilirsin. Ama az önce uzun uzadıya
açıkladığımız gibi, her insanın ulaşması gerektiği ana hedeflerin ne olduğunu,
bunun için ibadet etmesi gerektiğini, Kitaplı dinlerde bu ibadetlerin zaten
açıklandığını ama herhangi bir cezalandırma söylemediğini, cezalandırmanın ana
hedefe ulaşamama durumunda gerçekleşeceğinin söylendiğini, bu noktada Kutsal
Kitapların zaten Peygamberlerin özeli olup kendi muhatap olduklarını uyarması
için bir rahmet olarak geldiğini, ibadet ritüellerine de bu şekilde bakman
gerektiğini, Kitaplı dinlerden haberin olmasa bile ibadetlerin hikmetine
ulaşabilmek ve en sonunda da zalimlerle karşı karşıya gelebilmek için kendi
belirlediğin ritüelleri gerçekleştirebileceğini göz önüne alırsan bir sıkıntı
yaşamaz ve dersin ki: Hac ibadetinin Kâbe’de yapılması, Hz. Peygamberin
zamanında, Mekke ve çevresinde yaşamış kavmi için geçerlidir. Haccı yani
toplanmayı, toplu ibadeti, sempozyumları, yardımlaşmayı kendi muhitinde de
yapabilirsin. Yapmalısın da. Nasıl ki Kâbe, Mekke ve çevresinde yaşayanlar için
toplanma yeri olarak belirlenmişse, sen de kendi muhitinde bir nokta
belirleyebilir ve o belirlediğin yerde toplanma, Allah’a yönelme, yardımlaşma,
toplantı yapabilirsin. Yani Hac ibadeti, kervan toplama bağlamında putperestlik
ile aynıdır denilemez. Kâbe, Mekke ve çevresi için belirlenmiş bir yerdir.
Üstelik belirlenirken, Mekke ve çevresinden sadece durumu olanlar iştirak etsin
diye de belirtilmiştir. (Âl-i İmran/97) Ha ama birisi “Ben namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri
Kur’an’da anlatıldığı gibi yaptığım gibi, Hac ibadetini de Kur’an’da
anlatıldığı gibi Mekke’de Kâbe’de yapmak istiyorum” derse. Ben de “Yaparsan
yap. Kime ne” derim. Ben sadece “mecbur değilsin” diyorum. “Allah tüm insanlığı
Mekke’ye gitmeye mecbur etmemiştir” diyorum. Sen mecbur edilmediğini, Kâbe’nin
Mekke ve çevresi için Hac yeri olduğunu bil. Bil ki aklına “İnsanlar bunlara
mecbursa, neden Kur’an Arapça? Tüm insanlar neden Mekke’ye gitmek zorunda?”
gibi sorular düşmesin. Ayrıca şunu da eklemek isterim: “Buraya gidersem Allah
kesin isteklerimi karşılar” diyerek gidersen, Allah’a puta tapar gibi tapmış
olursun. Bunu da unutma. İnsanlara, Allah’ın insanlardan namaz, oruç, Kâbe’de Hac
gibi beklentisi varmış gibi anlatıyorlar. Anlatmasalar bile Şeytan’ın
fısıldaması ile genele yayılmış bu şekilde yanlış bir şartlanmışlık yaşıyor ve çelişkiye
düşüyor insanlar. Halbuki mantığını çözmeye çalışarak baksalar, çelişki diye
kafalarını kurcalayan şeylerin yanlış şartlanmışlığın bir neticesi olduğunu görecekler.
Yazı boyunca defalarca, mecbur olduğun ve yapmazsan Cehenneme gideceğin şeyleri
yazdım. İbadet ritüelleri yok orada. Çünkü ibadet etmede amaç ibadetin
hikmetine ulaşmaktır. İbadet etmeye, kendini kısıtlamaya mecbursun çünkü
zalimlerle kavga etmeye mecbursun. Ama Allah ibadetlerin yapılış şekilleri ile
insanı dar kalıplara sokmamış ona yol göstermiştir. Zaten Hz. Peygamberin hayatına baktığımızda da bunun
yansımasını aynen görüyoruz. Çünkü sanılanın aksine Hz. Peygamber ritüellere
sıkı sıkıya bağlı bir insan değildi. Günlük namazında hem namazın sayısında hem
de kılış şeklinde farklı davranışlar sergilediğini, Hac konusunda da 3 kere
gidebilecek durumu varken sadece 1 kere gittiğini biliyoruz. “Peygamberin
Sünneti” diye aktarılan sağ elle şunu yapardı, sol elle bunu yapardı, sağ
ayakla girerdi, sol ayakla çıkardı gibi bilgilerin tamamı uydurmadır.
“Geleneksel İslam” diye adlandırılabileceğimiz ekol, zaman içinde uydura
uydura, masa başında içerik ürete ürete Hz. Peygamberi öyle bir noktaya
getirmiş ki, hayatı boyunca ritüel takip eden bir insan çıkarmış ortaya. Bunun
gerçeklerle hiçbir alakası yoktur. Farzların gerçeklenmesinde dahi son derece
esnek olan bir insana böyle şeyleri yakıştırmak ona iftira atmaktır, kabul
edilemez bir şeydir. Çünkü, “yatarken şöyle yapardı, kalkarken böyle yapardı”ları,
dinin kendisi, uyduğu zaman da “dini bir şey yapıyorsun” diye empoze ettiğinde
insanlara 2 noktada büyük zarar verirsin. Bunlardan birincisi, bu şekilde
insanları boğar ve takıntılı hale getirisin, yani psikolojisini bozarsın.
İkincisi ise insanların, bunları gerçekleştirdikçe sınanma dünyasında
görevlerinin bittiğini zannetmelerine ve dinin özünü kaçırmalarına sebep
olursun. Sadece İslamiyet için söylemiyorum bunu, insanlar, kitaplı
dinleri ibadet ritüeli gerçekleştirme içeriği zannediyor. Ve bununla da işin
bittiğini sanıyorlar. Hayır! Hak din, hırsızlıkla, çetecilikle, adam
kayırmayla, nekrofiliyle yani gerek vefat etmiş gerek Kutsal olanın istismar
edilmesiyle mücadele gibi faaliyetlerle yaşanabilecek bir şeydir. Sağ elle şunu
yap, sol elle bunu yap gibi şeylerle değil. Zaten bunların kaynağı da yoktur.
Zamanla her gelen bir şeyler eklemiş, hurafeden ibaret koca bir içerik çıkmış.
Kolay olduğu, aklını kullanma olmadığı için de insanların hoşuna gitmiş. Hemen
de benimsemişler. Böyle böyle dinin özünü göremez olmuşlar. Belki de bazı
insanlar asıl vazife olandan kaçmayı sağladığı için tutunmuş bunlara. Sözün
özü, ritüel uydurma ve bu ritüelleri yayma ve insanların benimsemesinin zararı
sandığınızdan daha büyüktür. Dedik ki: “İbadet etmede amaç ibadetin hikmetine ulaşmaktır.
İbadetlerde, Allah seni ritüellere mecbur etmemiş ama yol göstermiştir.” Ama 2
konu var ki, onlarda mecbur etmiş ve akabinde cezalandıracağını söylemiş.
Bunlar: Bir, zalim olmayacaksın; iki, zalimlere destekçi olmayacaksın. İşte bu
koca yazının ana fikri bu: Üzerinde “zalim olma” veya “zalimlere destekçi olma”
sıfatları olmasın hangi ibadeti nasıl yaparsan yap. Zaten ne yaptıysan doğru
yapmışsındır. Ama günün sonunda üzerinde bu sıfatlar varsa ne yapmış olursan
ol, yanlış yapmışsındır. Bitirmeden önce Müşriklik kavramına ve Putperestlik ile Müşriklik
arasındaki ince farka da değinelim. Putperestlik, yöneldiğiniz İlah’a konum atamadır. Hatta
ibadetinize konum atamayı da buna ekleyebiliriz. Günümüzün putperestleri evinde
heykel ya da resim olan insanlar değildir. Evinizde, resim heykel de
barındırabilirsiniz. Ressam, heykeltraş da olabilirsiniz. Mezarlıkları saygı,
anma bağlamında ziyaret de edebilirsiniz. Bunların hiçbirisi sizi putperest
yapmaz. Sizi putperest yapacak şey, Allah’ı konum bağımlı hale getirmektir.
Artık o konumdan beklenti içine girmeniz, o konuma kutsallık atfetmenizdir. Örneğin
tövbe etmek için bir kişinin yanına ya da bir yere gitmeniz gerektiğini
zannediyorsanız, bu şekilde arınacağınızı düşünüyorsanız ya da örneğin Kabe’ye
giderek, Allah’ı borçlu bıraktığınızı, karşılığında da isteklerinizin yerine
getirileceğini düşünüyorsanız, evet Allah’a puta tapar gibi tapıyorsunuzdur.
İnsanı putperest yapan şey budur. Bu inancın zararı ise şudur: Örneğin birisi,
zarar verdiği insanlardan özür dileyip, zararlarını karşılama yoluna gitmek yerine, bu
şekilde günahlarının affedileceğini sanıyorsa aslında yaptıklarıyla
yüzleşmekten kaçmak için dini kendine siper olarak kullanıyordur. Bu kısa yol
inancı kişinin zalimliğini daha da artıracaktır. Burada putperestin isteği
ahirete yönelik ise putperest olarak kalır. Eğer konum bağımlı Tanrıdan isteği
dünyalık ise putperestliğinin yanına Müşriklik de eklenecektir. Çünkü insanı
Müşrik yapan şey, kişinin dünyalık peşinde olması, dünyevi isteklerini yerine
getiren bir ilah inancına sahip olmasıdır. Bunu Allah’tan istiyor oluşu, kişiyi
şirkten uzak tutmaz. Eğer sen zenginleri kıskanıyor ve zengin olmayı
istiyorsan, bunu Allah’tan istemen seni şirkten alıkoymaz. Çünkü seni iktidarı
elde etmiş bir insan da zengin edebilir. Ne olacak o zaman? Allah’tan istemene
gerek kalmayacak. Allah’tan istemenin kıstası O’nun rahmetinden istemedir.
Ahiret amaçlı istemedir. Zenginliği de başarıyı da ahiret amaçlı istemedir. Ve
adaletsizliği istememedir. Eğer senin zengin olman başkasının fakirleşmesi ise
senin aslında istediğin şey adaletsizliktir. Ya da örneğin sınavda başarılı olmayı istiyorsan
ve senin başarılı olman için sana yapılacak kayırma başkasına başarısızlık
olarak dönecekse, burada da istenen şey adaletsizlikten başka bir şey değildir.
Bunu isteme yine şirk kapsamındadır. Ayrıca sana soruları vererek birileri seni
sınavda başarılı yapabilir. O zaman ne yapacaksın dua etmeyi bırakacak mısın?
Evet bırakacaksın. Allah’a çok da ihtiyacın yok artık değil mi! Allah’tan isterken, “Ben bunu kıskançlıktan mı istiyorum?” diye ya da “Bunu sadece Allah’tan mı isteyebilirim?” şeklinde kendimizi bir sorgulayıp öyle yönelelim. Putperestlik, Müşriklik 1400 yıl öncesine ait kavramlar değildir. |
21 Aralık 2025 Pazar
Putperestlik: Konum Bağımlı Tanrı İnancı
Kaydol:
Kayıt Yorumları
(
Atom
)
0 comments :
Yorum Gönder