21 Mart 2007 Çarşamba

Hadisteki 73 Fırkanın 73 Tane Olmadığını Biliyor Musunuz?

"73 Fırka" hadisindeki 73'ün sayısal bir değer olduğunu sanıyorsanız aşağıdaki açıklamalar şaşırtıcı gelebilir. Arapçada 7 ve türevi sayılar (7, 70,700) çokluk ifade edermiş. Yani belli bir sayısal değeri değil. 7, 70 gibi ifadelerin geçtiği ayet ve hadislerin mecazi bir anlam taşıdığı müfessirler tarafında dile getirilmiş.

Benim için ilginç olan; bu hadiste hep bir şüpheli durumun olduğunu düşünürdüm. Acaba neden peygamberimiz böylesine spesifik sayısal bir değer vermiş ki acaba diye. Ne yazık ki Arapça bilmemek ve bilenlerin de basmakalıp çevirileri bizleri yanıltabiliyor kimi zaman.

Şimdi şu 7 ve 70 olayını müfessrilerin anlatımlarına bakarak anlamaya çalışalım

İbni Hanbel, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Dârimî tarafından kaydedilen sahih Hadis: "Yahudiler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya bölünmüşlerdir; benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya bölünecektir." (Burada hatırlanmalıdır ki, klasik Arapça'da "yetmiş" sayısı -tıpkı "yedi" sayısının "muhtelif" ya da "çeşitli" anlamı ifade etmesi gibi- çoğu zaman, belirli bir sayısal değeri değil, bir "çokluğu" ifade etmek için kullanılır; dolayısıyla, burada Hz. Peygamber'in ifade etmek istediği husus da, Müslümanların sonraki çağlarda pek çok hizip ve fırkalara ayrılacağı, hatta bu konuda Yahudi ve Hristiyanları bile geride bırakacakları hususudur.)
Muhammed Esed Tefsiri Müminun - 53

Tövbe - 80 ayetinin tefsirinde ise şöyle ifade edilmektedir 70 ifadesi
80. (İmdi,) onların bağışlanmaları için [Allah'a] ister dua et, ister etme, [hiçbir şey fark etmeyecektir; çünkü] onlar için istersen yetmiş kez (110) af dile, Allah'ı ve O'nun Elçisi'ni inkara yeltenmelerinden ötürü Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, böylesine kötülüğe batmış bir topluluğu doğru yola çıkarmaz. (111)

110 - Yani, pek çok kere. Arapça'da "yetmiş" sayısı genellikle "çok, pek çok" anlamında kullanılır, tıpkı "yedi" sayısının da "muhtelif" sözcüğünün eşanlamlısı olarak kullanılması gibi (bkz. Lisânu'l-‘Arab ve Tâcu'l-‘Arûs). Başka derlemeler yanında Buhârî ve Müslim'de kaydedilen pek çok güvenilir rivayet, Hz. Peygamber'in, düşmanlarını affetmesi için sık sık Allah'a dua ettiğini ortaya koymaktadır.

111 - Yani, "haksız ve günahkarca davranışlarında olumsuz derecede ileri giden, kötülükte inat ve ısrar gösteren (temerrüd) kimseleri... (ki) böyleleri tevbe etmek ve imana erişmek konusundaki yatkınlıklarını bütün bütün kaybetmişlerdir" (Menâr X, 657).
Bu ilginç bilgiyi aktarmak istedim.

5 Mart 2007 Pazartesi

Şahsım ve Site Hakkında

Dini, siyasi, teknik yada bilimsel bilgi referanslı yazılar ile doludur bu blog sayfası. Okurken yazıları kesinlikle algı kırılması yaşamaması için okurun, ekstra çaba harcamışımdır hazırlama aşamasında. Neyi tahlil etmeye çalışıyorsam onu tam anlamıyla, her yönüyle, gündelik klişe yorumlardan uzak bir şekilde ele almaya çalışıyorum.

Gündemin geçici konularını işlemek yerine, yıllar yılı okunabilecek düzeyde tutmaya çalışıyorum yazdığım yazıları. Söylemesi kolay da yapması zor. İlginç bir şeyi keşfetmek, yeni bir şeyi bulmak yada bulunmuşu hiç söylenmemiş bir şekilde söylemek -tabi, ne kadar yapabiliyorsam- çok da kolay olmuyor. Onun için ortalama 3-4 ayda bir belki iki defa yazı ekleyebiliyorum. Bir şeyleri yazmaya değeceğine kanaat edene kadar beklemek, "tamam bu konu yazmaya değer" demek kimi zaman daha da uzun olabiliyor. Ama ziyaretçilerin yazıların arasında mutlaka yeni, ilginç bir şeyler bulunabileceğini tahmin ediyorum.

Burada yazdığım her yazının konusu emin olun aylarca zihnimi meşgul etmiştir. Belki kimisi yıllarca... Yaşadığım ilginç bir deneyimi aktarmak için söyledim bunu. Günlerce, aylarca belki yıllarca aklıma gelen, düşündüğüm şeylerdir burada yazdıklarım diyorum ya, yazdıktan sonra o konular bir daha aklımın ucunda bile geçmiyor. Sanki bir dertten kurtulmuş gibi hissediyorum. Çok samimi bir itirafta bulunmam gerekirse, anladım ki burası beni rehabilite ediyor. Hani bazen televizyonlarda, birine bir soru sorulduğunda, cevaba başlarken "bunu şu kitabımızda yazdık..." diye başlıyorlar ya; belki insanlar, kitabının reklamını yaptığını düşünüyor soruyla muahatap olanın -belki gerçekten reklam olsun diye söylüyor, bilmiyorum- ama insan gerçekten yazdığı şeyi konuşmak istemiyor. Bu durumun şöyle bir yan etkisi daha oluyor, birisi daha önce yazdığım bir konuyu açtığında hatta burada konu ettiğim bir herhangi bir mesele hakkında yanlış bir şeyler söylediğinde bile pek karışmıyorum, onaylamış olmuyorum yanlış anlama. Önceden heyecanlı bir şekilde karşı çıkar, ufak çaplı bir sinir harbi ile anlatmaya çalışırdım şimdi bir kitap gibi sessiz olmayı tercih ediyorum. Nasıl olsa, yazdığımı ve herkesin erişimine açtığımı bildiğimden vicdan azabı da duymuyorum. Ne kendimi ne de karşımdakini de yıpratmamış oluyorum.

Aklı başında ve çıkarı olmayan iki kişinin hiçbir tartışması beş dakikadan uzun sürmez.

Eğer uzuyorsa mutlaka en az bir tarafın çıkarı vardır ve diretiyordur. Bu durumda yıprandığınızla kalırsınız. Harcadığınız zamana yazık. Etrafınızda yada televizyonda gördüğünüz saatlerce aynı konu üzerinde dönüp duran insanları bu şekilde değerlendirirseniz, kendinizi gereksiz bir vakit kaybından kurtarmış olursunuz. 

Neyse...

Bu site, ziyaretçilerine farklı bir şeyler sunma heyecanı ile yazan birinin yazılarının toplamından oluşuyor.

Eğer görüş bildirmek isterseniz bu site hakkında, buraya yazabilirsiniz.

mail atmak isteseniz: encodeum@gmail.com

encodeum - 2012

İslam'da Sorumluluk: Nisa 78 - 79

Kısa bir yazı olacak. Yalnızca konuyu açıklayıp bırakacağım inşallah...

Yazıya başlamadan önce ayetleri yazalım.

78. Nerede olursanız olun, ölüm gelip sizi bulacaktır, göğe yükselen kulelerde olsanız bile.” Onlar güzel şeylere kavuştuklarında, bazıları “Bu Allah’tandır!” derler; ama başlarına bir kötülük gelince, “Bu senin yüzündendir [ey arkadaş]!” diye feryad ederler. De ki: “Hepsi Allah’tandır!” O halde bu insanlara ne oluyor da kendilerine bildirilen hakikati kavramaya yanaşmıyorlar?
79.  Size gelen her iyilik Allah’tandır; başınıza gelen her kötülük de kendinizden.SENİ [ey Muhammed,] bütün insanlığa bir elçi olarak gönderdik: ve hiç kimse [buna] Allah’ın şahitliği gibi şahitlik yapamaz.
İlk ayette her şeyin Allah’tan olduğunu söylenmekte oysa ikincisinde ise kötülüklerin hepsinin nefsten olduğu söylenmekte. Bu durumu haliyle insanlar çelişki olarak nitelendirmekte… Peki, gerçekten çelişki var mıdır?

Yoktur. Çünkü mevzu bahis olan her şeyin çizgisini sorumlu olup olmamak çizmektedir. İşte bunu görmek gerekiyor: her şeyin çizgisini ve sorumluluk konusunu.
 
Başımıza iki durum gelsin. Birincisi yolda yürürken başımıza gelsin ikincisi yaptığımız bir iş ya da aldığımız bir karar sonucu gelsin. İşte olayın özü buradadır. Başına gelen olayda senin iraden var mı yok mu?

Yolda yürürken ve senin karar vermen, iraden dışında (tesadüfen sandığın) başına gelen bir olay neticesinde doğan kötü sonuç ya da iyi sonuçların tamamı yani hepsi yani “bu konudaki” her şey Allah’tandır. Fakat sen hayatın boyunca alkol, sigara kullandın kansere yakalandı. İşte kendi iraden sonucu olan olayların kötü olarak nitelendirdiklerin “hepsi” kendi nefsinden, iyi olarak nitelendirdiklerinin “hepsi” ise Allah’tandır. 
 
Not: Tabi ki iyiliklerin hepsinin Allah’tan oluşu çok derindir, başlı başına ayrı bir makale konusudur.

Sonuç olarak daha önceki Ateizmin Beyin Yıkama Yöntemleri yazımda belirttiğim gibi ayeti eksik vermek yada geldiği olayla bir vermemek en temel psikolojik telkindir. Her ayet geldiği olayla ve kastettiği ile bir bütündür. Burada iki ayette geçen “her şey” kelimesinden önce, şunu not edebiliriz:

Nisa78 için: De ki:”[Başınıza kendi iradeniz dışında gelen şeylerin] hepsi Allah’tandır”

Nisa 79 için: [Kendi iradeniz sonucunda] başınıza gelen her iyilik Allah’tan, [kendi iradeniz sonucu] başınıza gelen her kötülük kendi nefsinizdedir.

(En doğrusunu Allah bilir)

Ateizmin Beyin Yıkama Yöntemleri

“Beyin yıkama” ya da “beyni yıkanmış olma” insanda negatif anlamlar uyandırır duyulduğunda. “Bilmemneler oğlumun beynini yıkadı” sözünü kim bilir kaç kere duymuşuzdur TV’de medya da hatta belki yakın bir dostunuzdan. Derinliğini sorgulamayız, kandırılmış olmayı barındırır sanki. Bazı şeyler insanlara olduğundan daha iyi, kötü, büyük, küçük, korkunç(vb. sıfatlar) gösterilmiştir. Belki de yanlış olan, doğru gibi gösterilmiştir ve telkinlerle şahıs inandırılmıştır(kandırılmıştır). Doğrudur da belki ama gerekli gereksiz kullanımlar bu tanımını değerini düşürmektedir. Aslında genelde Müslümanlara yönelik ithamlardır bunlar. Bu yola başvurmanın arkasında, fikir alışverişine girmek istemeyiş ya da fikirleri kısa yoldan yok etmek isteyiş vardır sadece. Dedik ya insanlar bu kelimeyi ne kadar art niyetli, kendi istekleri doğrultulusunda kullansalar da beyin yıkama, telkin etme günümüzde propagandacıların sıklıkla başvurduğu bir yöntemdir. Ve ne yazık ki günümüzde kendisi gibi düşünmeyen birçok kimse diğerini beyni yıkanmışlıkla itham etmektedir ve hiç kimse beyni yıkanmışlığı, telkin edilmiş olmayı kabullenemez, kendisine yakıştıramaz. Ama ne yazık ki durum sanılandan daha vahimdir. Onun için sakın ha burada yazılanlarını üzerine alınmamazlık etme sevgili okuyucu.

Aslında gün içinde de çeşitli vesilelerle muhatap oluruz bu beyin yıkanma, telkin edilme sürecine; örneğin sinemada bir korku filmi izlerken… Filmde aslında sizi korkutan, ürküten şey gördüğünüz görüntünün korkunçluğu değil, duyduğunuz müziğin yarattığı strestir hissettiğiniz aslında. Burada müzik bir psikolojik telkin aracı olarak kullanılmıştır. İşini de başarıyla yapar. Ya da elinize bir gazete aldığınızda gördüğünüz kolu kesilmiş yerde acılar içinde kıvranan bir insan resmi. Çok acındırır bizi. Onu o halde görünce hiç düşünmeyiz niye böyle olduğunu. Zaten çoğunlukla resimlerin altındakileri okumak ve “inanmak” kâfidir günümüz popüler kültüründe. Ama bu adam ya bir bayana tecavüz edip onu bıçak darbeleriyle paramparça edip öldürdüyse ya da küçük bir çocuğa yaptıysa bunları şimdi kendi tanıdıklarınızı, sevdiklerinizi aklına getirin ve filmi başa saralım. “Küçük bir çocuğa tecavüz eden adamın kolunu kestiler”.
Az bile yapmışlar değil mi. Aslında lime lime doğrayıp öldürmeleri lazımdı. Artık acımıyoruz değil mi aynı fotoğrafa bakınca. İşte bu da bir başka beyin yıkama yöntemidir: haberi eksik vermek ya da fotoğrafın görselliği…
En basitinden bu ve buna benzer telkin edilmeleri, bir nevi beyni yıkanmışlığı gün içinde defalarca yaşarız. Tabi telkin edilme yalnızca sinema salonlarında gerçekleşmiyor. Bu etkili silahı siyasiler, politikacılar, çeşitli örgütlerin yanı sıra aynı zaman ateizm de çok etkili bir şeklide kullanmaktadır. Bu makalenin konusu da ateizmin beyin yıkama sürecidir.
Eğer internette biraz olsun gezdiyseniz tüm ateist dokümanların artık internette bir tık uzakta olduğunu fark etmişsinizdir. Ben ve benim gibilerin takip ettiği ve özel olarak eskiden gidip satın aldığı bu kitaplar (ki çoğunlukla her yerde de satılmazlardı)artık internette herkesin kolaylıkla ulaşabileceği noktaya gelmiş bulunmakta. Kitapların bulunduğu siteler, mesajlaşma, forum sayfalarını açarsanız ilk etapta karşınıza çıkan şeyin bir web sayfası mı yoksa lağım çukuru mu olduğu konusunda kararsız kalırsınız. Normalde tarihte ya da şu anda yaşamış ve ne olursa olsun hiç kimse söylenmeyecek sözlerin insanların kutsal saydıkları şeylere çok ağır bir argo ve küfürlerle yazıldığını fark edeceksiniz.

İşte bu durum aslında Turan Dursun, İlhan Arsel gibi şahıslarla başlayan, Türkiye’de ateizmin ilk beyin yıkama uygulamasıdır. Örneğin, genelde peygamberin ismini bok, sidik, balgam gibi kelimelerle aynı cümle içinde kullanırlar. Mantığı şudur senin duyduğunda salat-u selam ettiğin Zat’ın adını en laubali ve en argo biçimde kullanacak ki bir şey diyemiyor bari insanların gözünden kutsallığını düşürebilesin. İnsanların gözünden kutsallığı düşürebilmek çok önemlidir çünkü kutsal insanların bazı hareketleri, tavırları ve hallerini normal bir insanı yargılar gibi yargılayamayız. İşte biraz sonra yazacağımız şeyleri gerçekleştirebilmek için ateist kesim bu ilk aşamayı okuyucunun gözünde yapmalıdır. Tabi bu durumu yemezseniz ateistlerin birçok iddiasını zaten okurken güleceksinizdir. İşte bunun için ilk aşamada size en başta Allah, peygamber ve İslam hakkında dediğim gibi herhangi bir insana ya da aklınıza ne geliyorsa şeye karşı söylenmeyecek sözleri, ithamları yazarlar. Çeşit çeşit sıfatlar, lakaplar takarlar. Örneğin yukarda belirtiğim gibi onun adını bok, sidik falan filan gibi kelimelerle aynı cümle içinde kullanma… Oysaki bunlar zaten hepimizin, insanın doğasına aittir. Niye bu kadar vurgulanır ki, işte bazı şeyleri olduğundan daha farklı gösterme sanatıdır bu. Ateizmin beyin yıkamasındaki ön temizlik aşaması…

Ön temizliği aşıp artık tam anlamıyla yıkanacak bir beyne sahip olduğunuza göre artık asıl noktaya ulaşabiliriz. Ne dedik? Kutsallığı gözden düşür böylece kutsal olanı kendi hissettiklerinle yargılayabilecek duruma gel. İşte bu noktada sıklıkla peygamberimizin evliliklerini duyarsınız. Günümüz popüler(modern) hayatı daha fazla cinsellik ve daha fazla para kazanma üzerine kuruludur. Etrafınızda yalnızca ya para ya da karşı cins muhabbeti yapan insanları sıklıkla görürüsünüz. Belki muhatap olduğunuz insanların tamamına yakını... Şimdi bunun üstüne insanın kendinden başkasını bilemeyeceği gerçeğini koyun. Yani şöyle; eğer bir insana sorarsanız insanlar nasıl diye, alacağınız cevap kesinlikle kendisini tanımlamaktadır. Bizzat kendisini anlatmaktan başka çok da bir seçeneği yoktur şahsın. Yüzde yüz emin olabilirsiniz. İnsan kendisinden başka ve kendisinin hissettiklerinden başka hiçbir şeyi bilmez, bilemez. İşte bu noktada bir şekilde Efendimizin kutsallığını insanların gözünden düşürebilir ve onu sıradan bir insanı yargılar gibi yargılayabilecek konuma getirebilirsen yapılan evlilikleri de kendi hissettiğin gibi düşündürtebilirsin. Yani nefsani olarak… Yahut ta sahabelerin ona duyduğu sevgi ile onun için yaptıkları bazı özel şeyleri sanki sokaktaki alelade bir insana yapılıyormuş gibi düşündürtebilirsin. Bu çok ciddi bir psikolojik telkindir.

Sıra geldi bu süreçte yaşanan haberi eksik verme olayına. Yukarda dediğimiz gibi haberi eksik vermek ya da sadece bir görüntüden ibaret vermek sizin yanlışı doğru doğruyu yanlış olarak nitelendirmeni sağlayabilir. Zaten bu konu kuranda fasıkın haber getirmesi ayetleri ile beyan edilmiştir. Ateizmde bu durum genelde ayetleri mealden okuyup(dikkat Kuran’dan değil, Türkçe mealden) parça parça kesip çıkararak ve burası çok önemli: ne için geldiğini söylemeyerek demagojik ve spekülatif yorumlar yapma üzerine kuruludur. Öncelikle şunu bilmek gerekir KURAN arapçadır, türkçe olan Kuran değil mealdir. İkincisi Kuran’daki birçok ayetin öncesi ve sonrası vardır. Savaş sırasında gelen ayetler vardır dolayısıyla o durumda tutunulması gereken sert tavırları aktarır ya da barış sırasında gelen ayetler vardır. Yalnızca peygambere hitaben onun özel hayatına onun özel hallerine hitaben gelen ayetler vardır dolaylı olarak kimi zaman Müslümanları kimi zaman da tüm insanları muhatap alan ayetler vardır. Dolaylı olarak dedim özellikle çünkü Kuran’ın tek muhatabı peygamberdir bunu bilmek önemlidir. Bizler kuranın dolaylı muhataplarıyız. Yani bu yazıda İslam aleyhtarlarının iddialarına yer vermeyeceğiz dedik onun için değinmek istemesem de peygambere ait özel ayetlerin neden Kuran’da yer aldığı ile ilgili sorular duymaktayım. Onun için bu kısmı yazma ihtiyaç duydum daha sonra daha detaylı bakarız bu sorulara inşallah…

Şimdi önce çeşitli alaycı, kendince mizahi üslup takılanarak(ki cahilin intikamı mizahtan olurmuş) kutsallığı gözden düşürdük sonrasından kendisine ait bazı özel halleri, hareketleri normal sıradan bir nefs-i emmareyi değerlendirir gibi değerlendirdik. Ayetleri eksik ve çarpıtarak derinliğini sorgulamadan, müteşabih olup olmadığına, önüne arkasına bakmadan düz mantıkla Türkçe mealden yazıp çizerek verdik. Şimdi sürecin en son ve en ilginç aşamasına geldik:
SONUÇLARI NEDEN GİBİ GÖSTERMEYE. Aslında bu cümle her şeyi açıklıyor olsa da sonuçları neden gibi göstermenin üzerinde biraz durmanın faydası var. Sonuçları neden gibi gösterme aslında tarihsel materyalizmin ufak bir cinliğidir. Tarihsel materyalizme göre bütün tarihsel ve toplumsal olayların belirleyici nedeni ve temeli ekonomik olaylardır. Aslında problemin özü de budur. Evet, ekonomik gerekçelerden ötürü belli başlı tarihe not düşülmüş olaylar gerçekleşmiştir ama İslamiyet açısından ekonomi bir neden değil bir sonuçtur. İşte bu noktada nedenleri sonuç olarak gösterilmeye çalışılması beyin yıkmanın son aşamasını teşkil etmektedir.

Peygamberimiz ya da sahabeler İslam devriminden sonra belli bir ekonomik ve sosyal güce ulaşmışlardır mutlaka ama bunlar asla neden değildir; olamaz. İslamiyet’in tüm diğer toplumsal hareketlerden temel farklarından biri de budur. İslamiyet’te amaç kendini feda etmektir, haksızlığa, zulme, ahlaksızlığa karsı. Feda edersin ve sonunun ne olduğunu hiç düşünmezsin çünkü İslamiyet sana dünya da zafer de vadetmemiştir aynı adaleti vadetmeyişi gibi. Dünyada zafer vadedilmeden yapılan bir mücadele ne için yapılır ki? Sosyal statü mü? Hadi canım oradan. Ekonomik güç kazanma mı? Komik. Peki, sonucunda ekonomik ve sosyal bir güç kazanırsan ne olur. O zaman 3-5 tane sonuçları neden yapmaya meraklı kendisine tarihçi(?) diye zat çıkar bu mücadelenin dünyevi hırslar için yapıldığını söyler. Tabiki de baştan sona hatalıdır.

İşte bu 4 temel aşama ateizmin beyin yıkama yöntemidir. Bunları yazarken alıntılar, örnekler vermedim şahısların iddialarından. İslam karşıtı tayfanın laflarına mevzu bahis olan ayetleri, hadisleri daha sonra derinlemesine inceleme niyetim var inşallah Allah izin verirse. Burada yalın bir şekilde yapılan demagojiyi aktarmaya çalıştım. Eğer bu demagojilerden haberdar olur daha sonra İslam karşıtı şahısların ithamlarını okursanız çok daha iyi olacağı kanaatindeyim.

Cevap bulmak için soru soranlara, sorgulayanlara selam olsun…

Romantik Sol Kültür ve Garibanizm

“Ooo abi zenginsin” sözüne karşı kaçımız “yok abi ne zengini ya şöyle böyle zart zurt…” diye yanıt vermiştir acaba. Sanki suçlanıyoruz değil mi ya da karşı tarafı suçluyoruz sanki. Baskı altına alıyoruz ya da alınmış hissediyoruz. Acaba başka ülkelerde de böyle bir kültür(hem devamlı hayalini kurup hem de ulaşanı ulaştığı ile suçlama) var mıdır çok merak ederim. İşte bu yazımızın konusu Türkiye’deki mevcut romantik sol kültür, onların ateşlediği sosyal çatışmanın tarihçesi ve avam(buradaki avamlık ekonomik durum ya da denk gelmiş sosyal statü ile ilgili değil, ferdin düşünce ve kültür yapısı ile ilgilidir) tabakasındaki garibanizmin tanımı ve işlevi üzerine olacaktır.

Aslında her şey 70′li yılların Türk filmlerinde başladı diyebiliriz. Özellikle 68 kuşağının çektikleri. Dikkat ederseniz filmlerin konuları tektir ve tribünlere oynar. Zengin vardır, fakir vardır. Zengin kötüdür, fakir iyidir. Fakir zengine güzel bir ders verir filmin sonunda; gözyaşlarımızı tutamaz hep beraber salya sümük seyrederiz filmi. Belki de o yıllarda insanlar daha iyiydi. Daha samimiydi. Haksızlığa karşı gösterdikleri refleksleri aniydi, bir andaydı. Şimdiki gibi haksızlık gördüklerinde “ acaba müdahale etsem başım belaya girer mi” hesapları yapmıyorlardı. İçlerinde geldikleri gibi hareket ediyorlardı. Ama aynı zamanda da çabuk kanıyorlardı. Ne yazık ki…

Sol kültürün ülkemize pohpohladığı aslında bu pohpohlamanın etkisinde ister solcu olsun ister sağcı herkesin etkisi altında kaldığı bir durumdur fakirliği yüceltmek. Aslında bunu olduğu gibi popüler, romantik sol kültüre yıkmak hata olacaktır. Sağcı tayfanın da bu konuda yeterince popülist ve dalkavuk olduğu aslında aşikâr… Bunlara değineceğiz ama önce bir iki psikolojik analiz yapalım romantik solun takındığı tavır üzerine.
Romantik solun en büyük saplantısı bağlama çalmaktır. Elbette herkes bağlama çalmayı öğrenebilir, ya da daha farklı bir müzik aletini. Ama bağlama çalmayı ibadet şuuru ile yapıyorlar ya o komiğime gidiyor. Aklıma bir süre önce tanıdığım ve bir ara sol derneklere takıldığından beceremediği halde zorla bağlama çalmaya çalışan birisi geldi. Adam zorla bağlama çalmaya çalışıyordu çünkü bu şekilde bu kültüre karşı vazifelerini yerine getireceğini sanmaktaydı -amaç müzik falan değil-. Kaygısızların bir bölümünde vardı, zamanında Kanal6′dakilerden (Fenasili bölümler, bilen bilir) Kültigin ve adamları hapse düşerler, koğuşa girdiklerinde orada birisi diğerlerini tanıtmaktadır. Ranzanın birinde deli deli bağlama çalmaya çalışan birini tanıtırken şöyle demişti: “İşe bu hapse düştüğü için kendini bağlama çalma zorunda hisseden bir arkadaşımız”. Çok gülmüştüm... Aslında her şeye uyarlayabiliriz bunu. Bir fikre kendini yakın hissettin diye kendini ona ait olduğu düşünülen şeylerinden hoşlanacaksın diye de bir şey yok. Zevkler farklıdır. Tabi buna İslami kanattaki çok kötü adına ilahi denen müzikleri dinleyen insanları da dâhil edebiliriz. Bu bağlama çalma olayı ya da adına Halk(?) müziği denilen şeye karşı (sanki diğerlerini uzaylılar yapıp dinliyor) duyulan gereksiz sempati beni güldürmüştür çoğu zaman.

Aslında bu anlamsız sempati yalnızca halk müziğine değil aynı zamanda “halk” kelimesinin kendisine de duyulmaktadır.

Topluluklardan bahsederken seçtiğin kelimeler çok önemlidir. Aynı topluluğa millet dediğiniz zaman sol kesim iyi görmez ama topluluğun çoğu pozitif anlam çıkarır. Halk dediğiniz zaman daha bir sempatik şeyler uyanır kafamızda. Ama dikkat edin topluluk aynı topluluktur.

Elbette en akılcısı, insanları sınıflandırırken ve onlara hitap ederken bağlı bulundukları düşünce yapısını yani ümmetini dile getirmektir. Neyse, konumuz bu değil.
Bu gereksiz romantizmin ülkemize hediye ettiği en büyük problem insanları zengin, fakir olarak görmektir. Evet, hiç göze batmaması gereken sınıfsal ayrım bu kadar çok dillendirerek, insanlar kendilerini başkalarını gelir durumuna göre görmeyi ve muamele etmeye alıştırmışlardır. Bu süreçte yaşanan en ilginç durum herkesin ulaşmak için bütün gün düşünüp çeşitli cinlik yaptığı zenginliği bir suçlama aracı olarak kullanılmasıdır. Aslında bunun altıdan yatan gerekçe de toplumsal sorumluluklardan kaçıştır.
Zengin olmak sanki suçtur ama fakir olmak övünülecek bir şeydir. Çünkü yaratılan havada zengin sanki hırsızdır fakirse sanki haklı ve hakkı yenmiş bir mağdurdur. Ve daha da önemlisi zenginse toplumsal sorumluluklarını yerine getirme görevi vardır ama fakir olmanın yoktur, dolayısıyla fakir olmak, sorumluluklardan kaçarken bahane olarak kullanmaya yarar. İşte bu noktada bu ucuz bakış açısına sahip insanlardan çoğunlukla belirttiğimiz gibi “oo zenginsin” ya da “sen şöyle olunca bizi hatırlamazsın”, gibi cümleler duyarsınız. Ne hikmetse karşı tarafta kendini hakikaten savunmaya çeker. İnsanlar ne kadar kıskanç değil mi. Aslında tüm bunların iki nedeni var birincisi sorumluluklardan kaçış ikincisi insandaki kıskanma duygusudur. Bu işin beslendiği kaynak bu kadar zengin olunca haliyle müşterisi de oldukça fazladır. Onun için aslında bir görüşe ait değil, hepimize aittir.

İşte bu noktada ilginç bir durum oluşur. Hem de burası çok ilginçtir. Gelir durumu yüksek olsa da bir şahıs kendini gene de fakir değilse bile ezilmiş göstermeye çalışır. Bunun adına “garibanizm” diyoruz. Nerde okuduğu hatırlamıyorum yıllar önce bir gazetede okumuştum çok hoşuma gitmişti. Yazar şöyle diyordu: “Gelir durumun iyiyse bile kendine gariban diyeceksin. Diyeceksin ki kendini toplumdan alacaklıymışsın gibi gösterebilesin.” Yani, toplumsal sorumluluklarından kaçmaya yol yapabilirsin böylelikle.

İşte 70 yıllarda doruk noktasına ulaşan romantik solculuğun ülkemize kattığı; sağcı, solcu, Müslüman fark etmeden herkesin her gün sahiplendiği ve benimsediği ve hatta kendi ideolojisine de entegre etmeye çalıştığı psikolojik telkin garibanizm ve tabi ki de fakirliği yüceltme. Fakir olmasan bile… Önemli olan fakirliği yüceltme. Senin fakir olup olmaman değil. Böylece üzerine vazife olan şeylerden de kendini bahanen hazır bir şekilde vicdan azabı duymadan kurtarabilme.

Bu durumdan müzdarip kesim yalnızca sol değil dedik. Bu durumun hiçbir görüşü içermediğini de belirttik. Çünkü sorumluluklarından kaçış ve kıskanma duygusu herkeste bir şekilde vardır.

İslami kesimin garibanizminde de ilginç bir şekilde fakirliği yüceltme vardır. Bu doğru değil, çünkü fakirlik yüceltilecek bir şey değildir. Buradaki problemin temel kaynağı fakirlik ile mütevaziliği ayırt edememektir. Birisinin fakir olması övünülecek ya da yerinilecek ya da kıyas edilecek bir şey değildir bizler için çünkü bizim bakış açımız, insanları sınıflandırmamız, değerlendirmemiz ekonomik duruma göre değil yalnızca sahip olunan fikir dünyasına göredir.